YARATILISATLASI.COMhttp://yaratilisatlasi.comyaratilisatlasi.com - Güzel Konular - Son EklenenlertrCopyright (C) 1994 yaratilisatlasi.com 1YARATILISATLASI.COMhttp://yaratilisatlasi.comhttp://harunyahya.com/assets/images/hy_muhur.png11666Kararlı dua, kaderin anahtarıdır Hayatın içerisinde hemen hemen her gün yüzyüze geldiğiniz; çok iyi bildiğinizi ve çok iyi kavradığınızı düşündüğünüz bazı konular vardır. Öyle ki hatta çoğu zaman o konuyu, daha iyi kavrayabilmenin mümkün olmadığını sanırsınız. Ama bazen öyle bir söz duyarsınız, öyle farklı bir anlatıma şahit olursunuz ki, o çok iyi bildiğinizi sandığınız konuda daha önce hiç düşünmediğiniz yepyeni bir kapı, yepyeni bir ufuk açılır. Bir anda tüm bakış açınız kökten değişir. O konuya karşı olan tüm ülfetiniz kırılır. O çok iyi bildiğiniz konuyu sanki hayatınızda ilk kez duyuyormuşçasına yeni bir kavrayış şekli elde edersiniz. 

İşte insanın, hayatının çeşitli aşamalarında sürekli olarak yeni ve daha derin bir kavrayış kazanacağı bu konulardan biri ‘dua’dır. İman eden her insan, Allah'ın tüm dualara icabet edeceğini bilir ve bu gerçeğe tüm benliğiyle gönülden iman eder. Ancak kişinin Allah'a olan yakınlığı, iman derinliği, kaderi kavrayışı arttıkça, dua konusundaki bakış açısı da sürekli olarak daha derinleşir ve mükemmelleşir. Kuran ayetlerini çok iyi bilmesine rağmen, aynı ayetleri tekrar okuduğunda, Allah'ın o ayetler ile kalbine yerleştirdiği mana gücü de sürekli olarak artar. Ve imanda kararlı olan her insan için bu durum hayatın sonuna kadar sürekli olarak tekrarlanır. 

İşte dua konusunda insanın duyduğunda bir kez daha kalbinin açılmasına vesile olacak bilgilerden biri de, ‘duanın kaderin anahtarı olduğu’dur. Bu, Allah'ın adetullahının bir parçasıdır. Müslümanlar aşkla, şevkle Allah’tan istediklerinde, Allah'ın izniyle bu dua gerçek olur. 

Bu, dünyada pek çok insanın bilmediği bir sistem ve Allah’ın gizli bir sırrıdır. Dua edildiğinde Allah’ın kaderi hareket etmeye başlar. Özellikle de toplu duanın özel bir gücü vardır; Müslümanlar topluca ve ısrarla bir istekte bulunduklarında, ve bu yönde sebebe sarıldıklarında, insanların olmayacak zannettikleri şey dahi Allah'ın izniyle olur. Allah dünyayı bu adetullah ile yaratmıştır.              

Allah insanların kaderin bu sırrını kavrayabilmeleri için Kuran'da pek çok örnek vermiştir: Hz. Yunus (a.s.) bir balığın karnında iken Allah'ı çokça tesbih ederek dua etmiş ve Allah, benzersiz bir şekilde onu bu durumdan kurtarmıştır. Hz. Musa (a.s.) ve kavmi de, deniz ile Firavun'un askerleri arasında kaldıklarında, Hz. Musa (a.s.) Allah'a tam bir teslimiyetle güvenerek dua etmiş, Allah ona ve kavmine mucizevi bir çıkış yolu yaratmıştır. Resulullah Efendimiz (sav) de arkadaşıyla birlikte mağarada iken Allah'ın sonsuz gücüne gönülden teslim olmuş, Allah onu inkar edenlerin tuzaklarından koruyup galip getirmiştir. Aynı şekilde Hz. Yusuf (a.s.) bir kuyunun dibinde bırakıldığında da, Allah ona sonsuz merhametiyle yardımını ulaştırmıştır. Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılmak üzere iken de yine Allah'ın sonsuz lütfu tecelli etmiş ve Allah, Hz. İbrahim (a.s.) için ateşi esenlik kılmıştır. Hz. Zekeriya (a.s.) ise Allah'a dua etmiş ve eşi de kendisi de ileri yaşlarda olmalarına rağmen Allah'ın lütfuyla Hz. Yahya (a.s.)’ın doğumuyla müjdelenmişlerdir. 

Kuran'da Allah'ın, peygamberlerin samimi çağrılarına olan icabetini bildiren ayetlerden bazıları şöyledir:

Şüphesiz Yunus da gönderilmiş (elçi)lerdendi.

Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.

Böylece kur’aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu.

Derken onu balık yutmuştu, oysa o kınanmıştı.

Eğer (Allah’ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı,

Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.

Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık.

Ve üzerine, sık-geniş yaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.

Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.

Sonunda ona iman ettiler, Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat Suresi, 139-148) 

İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa'nın adamları: "Gerçekten yakalandık" dediler.

(Musa:) "Hayır" dedi. "Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir."

Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.

Ötekileri de buraya yaklaştırdık.

Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk.

Sonra ötekileri suda boğduk.

Şüphesiz, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. (Şuara Suresi, 61-67) 

Siz Ona (Peygambere) yardım etmezseniz, Allah Ona yardım etmiştir.Hani kafirler ikiden biri olarak Onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah Ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini (inkar çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40) 

Onlar şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir."

"Öldürün Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın.Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz." (Yusuf Suresi, 8-9)

Nitekim onu götürdükleri ve kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman, Biz ona (şöyle) vahyettik: "Andolsun, sen onlara kendileri, farkında değilken bu yaptıklarını haber vereceksin."(Yusuf Suresi, 15)

Bir yolcu-kafilesi geldi, sucularını (kuyuya su almak için) gönderdiler. O da kovasını sarkıttı. "Hey müjde... Bu bir çocuk." dedi. Ve onu (kuyudan çıkarıp) 'ticaret konusu bir mal' olarak sakladılar. Oysa Allah, yapmakta olduklarını bilendi.

Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onu pek önemsemediler. (Yusuf Suresi, 19-20)
 

Onu satın alan bir Mısır'lı (aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi. Böylelikle Biz, Yusuf'u yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler.

Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz(Yusuf Suresi, 21-22) 

"Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" dediler.

"Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler.

Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar."(Enbiya Suresi, 59-61)

Dediler ki: "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun."

Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol."

Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.(Enbiya Suresi, 68-70) 

Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın."

Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya'yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık.Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Biz'e dua ederlerdi. Biz'e derin saygı gösterirlerdi. (Enbiya Suresi, 89-90) 

Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim, bana Katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duaları işitensin" dedi.

O mihrapta namaz kılarken, melekler ona seslendi: "Allah, sana Yahya'yı müjdeler. O, Allah'tan olan bir kelimeyi (İsa'yı) doğrulayan, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir."

Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?" "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar."(Al-i İmran Suresi, 38-40) 

Kuran'da verilen bu örneklerin benzerleriyle kendi hayatlarında karşılaşan kimi insanlar, o anki bazı şartların değişmesinin “mümkün olmadığı” yanılgısına kapılırlar. Ümitsizlik ve inançsızlıkla yaklaştıkları için de Allah'ın gücünü gereği gibi takdir edemez, Allah'a samimiyetle ve kesin bir teslimiyetle güvenerek dua edemezler. İşte bu, söz konusu insanların kararlı duanın sırrını bilmemelerinden ve duanın kaderin anahtarı olduğundan habersiz olmalarından kaynaklanmaktadır. 

Oysa Allah dilerse, insanların gafletleri nedeniyle “imkansız” dedikleri şeyler, hemen o anda dahi gerçek olabilir. Geçmişte nasıl ki Allah elçilerine, salih müminlere yardımını ulaştırdıysa, “imkansız” sanılan durumlar gerçek olduysa, bu durum, tüm insanların hayatları için de geçerlidir. 

İşte her insanın hayatında, Allah'tan çok istediği, ama gerçekleşmesi çok zor görünen böyle durumlar olabilir. Bu zor şartlar insanı asla yanıltmamalıdır. Duanın kaderin anahtarı olduğunu ve dua edildiğinde Allah'ın kaderinin hareket etmeye başladığını asla unutmamak ve Allah'tan kesin inanarak istemek çok önemlidir. Nasıl ki Rabbimiz Hz. Musa (a.s.)'a yol açtıysa, Peygamber Efendimiz (sav)'e, Hz. Yunus (a.s.)’a, Hz. İbrahim (a.s.)’a, Hz. Zekeriya (a.s.)’a, Hz. İbrahim (a.s.)’a yardım ettiyse, onlar gibi tüm samimi Müslümanların da dualarına da mutlaka rahmetiyle icabet edecektir. 

Ancak elbetteki bir şeyin gerçekleşmesini çok isteyen bir mümin de, aynı Hz. Yunus (a.s.) gibi Allah'ı çokça zikredecek; Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gibi, Hz. Musa (a.s.) gibi, en zorlu şartlarda dahi yılgınlığa kapılmadan “Elbette Allah bizimle beraberdir” diyecek ve hiçbir şüpheye kapılmaksızın Allah'ın gücüne derin bir iman ile iman edip güvenecektir. İşte o zaman Allah'ın duadaki sırrı gerçekleşecek ve Allah'ın izniyle kader bu yönde hareket etmeye başlayacaktır. 

Büyük İslam alimi İmam-ı Rabbani Hazretleri bir sözünde müminlere bu önemli ve kesin gerçeği şöyle hatırlatmaktadır: 

 

"Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez." (İmam-ı Rabbani) 

  

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/47319/kararli-dua-kaderin-anahtaridirhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/47319/kararli-dua-kaderin-anahtaridirFri, 16 Sep 2011 20:41:35 +0300
Dost olunacak bir insanda aranılacak en hayati özelliklerden biri 'güvenilirlik'tir Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)
 

Dost olunacak, sevilecek, saygı duyulacak bir insanda aranılan birçok önemli özellik vardır. Fedakarlık, duyarlılık, ince düşünce, şefkat, merhamet, akıl, dikkat, dürüstlük, vefa ya da sadakat gibi... Bu özelliklerin her birinin, karşı taraf üzerinde oluşturduğu ayrı ayrı olumlu etkileri vardır. Ve elbetteki her insan, dost olacağı kimsenin, bu güzel özelliklerin her birine en mükemmel şekilde sahip olmasını ister. Ancak yine de, bazen bu özelliklerden herhangi birinin eksikliği, çok fazla önemsenmeyebilir. Kişinin güzel bir yönü, diğer bir konudaki eksikliğini örtecek ve telafi edecek nitelikte olabilir. Ya da zamanla kişinin kendisini o yönde de geliştireceği düşünülerek, bazı eksiklikleri hoşgörüyle karşılanabilir. Dolayısıyla bir insan, dost olacağı bir kimsede aradığı bu özelliklerden gerektiği takdirde vazgeçebilir.

Ancak bir de bazı hayati konular vardır ki, bunlar dost olunacak bir insanda mutlaka olması gereken, asla vazgeçilemeyecek ve eksikliği gözardı edilemeyecek niteliktedir. Bir insan, neredeyse birçok konuda çok mükemmel özelliklere sahip olsa da, hayati önem taşıyan tek bir özelliğinin eksik olması, o kişiyle ‘derin bir dostluk kurulmasına’ ciddi şekilde engel teşkil eder. İşte bu hayati özelliklerin en önemlilerinden biri, ‘güvenilirlik’tir.

Allah Kuran'da, cennete kabul edilen müminlerin orada ilk olarak duyacakları sözün, “Oraya esenlikle ve güvenlikle girin” şeklinde olacağını bildirmiştir. Bu da, insanların en önemli ihtiyaçlarından birinin, ‘kendilerini güvende hissedecekleri ve güven duyacakları bir ortamda olmaları’ olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenledir ki dünya hayatında da, insanlar fıtrat olarak, hemen her yerde öncelikli olarak ciddi şekilde bir ‘güvenlik arayışı’ içerisindedirler. Oturacakları evi, yaşayacakları semti, çalışacakları yeri, gidecekleri okulu seçerlerken, öne sürdükleri öncelikli şartlarından biri, her zaman için mutlaka ‘güvenliğin sağlanması’dır. Tüm hayatlarını böyle bir ihtiyaç içerisinde yönlendirirken, elbetteki dostlarını seçerken de en dikkat ettikleri konulardan biri de yine ‘güvenilirlik’ olmaktadır.

Bir insanın bir başkasıyla ‘dost olması’; ‘tüm hayatını, kusur ve eksikleriyle, güzellikleriyle, nimetleriyle ve tüm açıklığıyla, dürüstçe o insana da açması’ demektir. Gerçek dostluk, ‘hiçbir konuda sır saklamaksızın, tedbir alma ya da gizlenme gereği hissetmeksizin, içteki en derin duygulara kadar, hiçbir noktada engel koymaksızın o kişiyi sırdaş edinmek’ demektir. Dolayısıyla dost olunacak kişinin öylesine bir güven telkin etmesi gerekir ki, karşı tarafın aklında hiçbir zaman için, “Şöyle yaparsam ne der?”, “Bu fikrimi nasıl karşılar?”, “Beni yanlış anlar mı?”, “Kusurlarımı öğrendiğinde bana olan sevgisi azalır, saygısı zedelenir mi?” gibi ‘soru işaretleri’ oluşmamalıdır. İleride bir gün, özellikle de iki tarafın menfaatleri çatıştığında, bu kişilerden biri, hiçbir zaman için karşı tarafın sadakatsizliğinden, vefasızlığından yana bir şüphe ya da tedirginliğe kapılmamalıdır. Her ne olursa olsun, on yıllarca görüşülemese de, ölene kadar bir kez bile konuşma imkanı olmasa da, kalpte yaşanan samimi sevgi ve dostlukta hiçbir değişiklik olmamalıdır. Aleyhte çeşitli konuşmalar anlatılsa, olumsuz telkinler yapılsa, bunlara dair açık deliller sunulsa dahi, bunların, kişi üzerinde hiçbir etkisi olmamalıdır.

Birbirinden farklı iki ayrı insan arasında böylesine sağlam bir güven oluşması ise, elbetteki ancak ‘samimi Allah korkusu ve derin iman’ neticesinde mümkün olabilir. Dünya üzerinde bunun dışında iki insan arasında gerçek ve sağlam dostluk anlayışının kurulabilmesi mümkün değildir. İnsanların birbirlerini sevmeleri, beğenmeleri, sadakat göstermeleri ya da birbirlerine karşı güvenilir oldukları izlenimi vermeleri, yalnızca belirli menfaat ortaklıklarının gerekliliklerinden kaynaklanır. Bu çıkar dengelerindeki en küçük bir değişiklik ise, tüm bu beğeni, sevgi, dostluk ve güvenilirlik iddialarının da bir anda ortadan kalkmasına yol açar.

Ancak eğer iki insan dostluklarını imani bir güvenilirlik üzerine kurmuşlarsa, böyle bir durum asla söz konusu olmaz. Ve güvene dayalı böyle gerçek bir dostluk, dünya hayatında insanlara sunulan en büyük konforlardan biridir. İnsanın adeta kendisiyle muhatap oluyormuşçasına, bir başkasının yanında da aynı rahatlığı, aynı güven ortamını bulabilmesi çok büyük bir nimettir.

Dolayısıyla dost olunacak bir insanda ‘güven’ arayışı içerisinde olmak, insanlar için çok hayati bir ihtiyaçtır. Bir insan çok güzel özelliklere sahip olsa, pek çok açıdan kendisini çok iyi yetiştirmiş olsa da, güven telkin eden bir kişilik sergilemediği sürece, iman şuuru almış bir insan için bu kişi, ‘temkinli olunması gereken’ bir insandır. Eğer bir kişi, kendisine karşı temkinli olunmamasını, yanında rahat olunmasını, samimi olunmasını istiyorsa, bunun için gereken en acil ihtiyacın, karşı tarafa ‘güven vermek olduğunu’ bilmelidir. Diğer güzel özelliklerini daha da artırarak; örneğin çalışkansa daha da çalışkan, merhametliyse daha da merhametli ya da ince düşünceliyse daha da ince düşünceli olmaya çalışarak, bu durumu değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için öncelikli olarak yapması gereken, ‘Nasıl güven veren bir insan olabilirim?’ diye düşünmek ve bunun gerekliliklerini uygulamak olmalıdır.

Güvenilir bir insanın en önemli özelliklerinden biri, Allah'tan çok derin bir saygı ile korkup sakınması ve Allah'a gönülden, katıksız bir imanla aşk ve tutkuyla iman etmiş olmasıdır. Allah'ın rızasını, dünyanın hiçbir menfaatine asla değişmemesidir. Allah'ın sevgisini kazanabilmek için dünyanın her türlü zorluğuna, sıkıntısına hiç tereddüt etmeksizin zevkle göğüs gerebilmesidir. Allah'ın hoşnutluğunu, asla nefsinin hoşnutluğuna değişmemesidir. Allah'ın bir emrini uygulamada asla gevşeklik göstermemesidir. Kendinden önce her zaman mutlaka dinin ve inananların menfaatlerini gözetmesidir. Böyle bir ahlakta bir insan, nefsini adeta terk etmiştir. Allah rızası için sevdiklerini, dostlarını her zaman için kendi nefislerinden önde tutar. Kendini temize çıkarabilme peşinde olmaz. Hep karşı tarafı haklı çıkaran, hatayı, kusuru kendi üstlenip, karşı tarafı koruyup kollayan bir ahlak gösterir.

Dolayısıyla güven vermek isteyen bir insan öncelikle mutlaka ‘nefsini terk etmiş olmalı’dır. Nefis sevgisi terk edilmeden, bir insanın tam olarak güvenilir olma vasfı gösterebilmesi söz konusu olmaz. Her zaman nefsinin yanında olan bir insan, kimseyle gerçek anlamda dostluk kuramaz. Çünkü ‘sevdiği ve dost olduğu insan mı, yoksa kendi nefsi mi?’ diye bir seçim söz konusu olduğunda, her zaman karşı tarafı bırakıp mutlaka kendisini tercih edecektir. Nefsinin memnuniyetini sağlamaya çalışmaktan vazgeçemeyecektir.

İşte dünya hayatında ‘samimi dostluklar kurmak’, ‘gerçek dostluğun güzelliğini yaşamak’ isteyen her insan, tüm bu bilgileri bir kez daha düşünmeli, ahlakını bu yönde bir kez daha gözden geçirmelidir. ‘Güven arayışı’nın çok önemli bir ihtiyaç olduğu ve bir insanın bir başkasında, imandan sonra arayacağı özelliklerden birinin bu olduğu asla unutulmamalıdır. Sorunu başka detaylarda arayıp sonuç almaya çalışmaktansa, asıl ihtiyacın ‘güven’ olduğu tam olarak anlaşılmalıdır.

Nitekim Kuran'da, cennete giren müminlerin, orada ‘esenlik ve güvenlik temennisiyle karşılanacağı’nın bildirilmiş olması, dünya hayatında da bu özelliğin kazanılmasının ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması açısından çok hikmetlidir:

 

Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)
 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36623/dost-olunacak-bir-insanda-aranilacakhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36623/dost-olunacak-bir-insanda-aranilacakSun, 02 Jan 2011 15:03:35 +0200
Geri adım atmasını bilmek, hakkından feragat edebilen insan olabilmek... Genelde insanlar arasında “dediğini yaptırabilen” bir kişi olabilmek önemlidir. Çoğu kimse, bu özelliği gösteren kişilere karşı çok daha fazla saygı duyar. Bu kimselerin, diğer insanların elde edemediği çok önemli bir üstünlüğe sahip olduklarına inanır; gösterdikleri güçlü ve baskın kişilik nedeniyle onlara karşı derin bir hayranlık beslerler.

Oysa ki bu tümüyle çok yanlış bir bakış açısıdır. Çünkü asıl üstünlük, bir kişinin sürekli olarak kendi dediğini yaptırması, her konuda kendini haklı çıkarması ve tek söz sahibi kendisini görmesi değildir. Tam tersine bu, her insanın kolaylıkla yapabileceği bir tavırdır. Nefis insanı zaten bu yönde teşvik etmekte ve desteklemektedir. İnsanın daima kendinden yana tavır alması, nefsin en hoşuna giden şeylerden biridir. Kişinin egosunu, enaniyetini, gurur ve kibrini en çok mutlu edecek davranışlardandır. Dolayısıyla bir insanın sürekli üstün gelmeyi, haklı çıkmayı ve dediğini yapmayı başarmasından dolayı sevince kapılması ve kendini başkalarından daha büyük görmesi çok yersizdir. Aynı şekilde çevresindeki insanların da, böyle bir kimseye saygı ve hayranlık duymaları çok yanlıştır.

Asıl üstünlük, bir kimsenin kendi egosunu, enaniyetini ve gururunu –Allah rızası için- yenebilmesi; kendi nefsinin isteklerindense, Allah'ın razı olacağı ahlakı uygulamayı tercih edebilmesidir. Sürekli olarak kendi dediğini yaptırmanın peşinde olmaktansa, -Allah rızası için- alçakgönüllülükle, tevazuyla hareket edip, başkalarının fikirlerine ve sözlerine de değer verebilmesidir. İşte asıl emek gerektiren ve dolayısıyla da saygı ve hayranlık duyulması gereken ahlak şekli de budur. Çünkü nefse asıl zor gelen de budur.

Bu gerçeği gereği gibi düşünmeyen insanlar, bir ortamda geri çekilen, başkasına öncelik veren, kendinden feragat eden insanların gösterdikleri üstün ahlakı fark etmezler. Bu kimselerin, karşı tarafın üstünlüğü karşısında böyle bir tavır gösterdiklerine inanır; hatta bazen bu insanları ‘kişiliksiz’ olarak dahi nitelendirebilirler. Halbuki böyle bir ahlak sergileyen kişi, o sırada Allah korkusuyla hareket etmekte, vicdanını kullanmakta ve Allah'ın en razı olacağını umduğu tavrı uygulamaktadır. Geri adım atmasının sebebi de yalnızca budur. Bunun yerine karşı tarafla haklılık yarışına girip üste çıkmaya; inatla ve ısrarla kendi dediğini yaptırmaya çalışmanın ve tevazudan uzak, kibirli bir tavır sergilemenin Kuran ahlakıyla bağdaşmayacağını bilmektedir. Dolayısıyla ahlak ve vicdan olarak asıl üstün olan da, sözünü geçirten ve dediğini yaptıran kişi değil, Kuran ahlakıyla hareket ederek olgunluk gösteren bu kimsedir.

Kendi dediği yapılan kimse, bu durumdan dolayı sevince kapılır ve kendisiyle gurur duyar. Karşısındaki, geri adım atan, alttan alan ve hakkından feragat ederek onun sözüne uyan kimsenin ahlakındaki olgunluğun ve üstünlüğün ise farkına varmaz. Olayların doğal akışı ve özellikle de kendisindeki üstün kişilik neticesinde bu sonucu elde ettiğini zanneder.

Oysa ki, insanları ve olayları Kuran ahlakıyla değerlendirenler, görünüşte bu kişi galip gelse, onun sözüne uyulsa ve onun dedikleri yapılsa dahi, gerçekte kimin ahlakının ve kişiliğinin daha üstün olduğunu çok açık bir şekilde görürler.

Daha da önemlisi, vicdanını kullanan, tevazu gösteren, hakkından geçen, geride kalmayı kabul eden bir kimse, Allah'ın beğendiği ve razı olacağını bildirdiği ahlakı göstermiş olur. Dolayısıyla dünyada insanlar tarafından fark edilmese, üstün tutulmasa ve takdir edilmese dahi, hiçbir şekilde bir kayba uğramış olmaz. Tam tersine inşaAllah, Allah Katında ve ahirette Rabbimiz'in rızasını kazananlardan olması umulur, ki asıl üstünlük de zaten budur.

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36346/geri-adim-atmasini-bilmek-hakkindanhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36346/geri-adim-atmasini-bilmek-hakkindanSun, 26 Dec 2010 18:48:03 +0200
Allah'ın sizin için yarattığı sürpriz güzellikleri fark edebiliyor musunuz?... Pek çok insana sorulacak olunsa, ‘dünya hayatı’ hakkında söyleyecekleri sözlerin aşağı yukarı aynı olduğu görülür. Genelde çoğu kimse, hayatı belirli bir monotonluk içerisinde tasvir eder. Yaşamın, rutin gelişmelerden ve klasik beklentilerden ibaret olduğunu söyler. Nitekim kendi yaşamlarına bakış açıları da, aynı bu anlattıkları gibidir. Yaşadıkları eksikliklere de, güzelliklere de alışkanlık gözüyle bakar; iyi ya da kötü olsun, hemen herşeye hızla uyum sağlarlar. Hayatlarına giren güzellikler, yenilikler ya da iyilikler karşısındaki heyecanlarını adeta yitirmiş gibidirler. Tüm bunları, hayatın doğal akışı içerisinde, zaten olması gereken, sıradan gelişmeler olarak nitelendirirler. Bu nedenle de, bunlardaki olağanüstülükleri ve sıradışı güzellikleri farkedemezler.

Allah bu kimselerin durumunu bir ayette şöyle haber vermiştir:

 

İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)
 

Allah, kendileri için yaratılan onlarca güzelliğe, iyiliğe, neşe ve sevinç verici olaya, ülfet ve gafletle bakan ve bunlardan etkilenmeyen kimseler için ahirette güzellikten bir eser olmayacağını bildirmiştir.

Müminlerin dünya hayatına bakış açıları ise, olaylara adeta bir uyku perdesinin ardından bakan bu insanlarınkinden tamamen farklıdır. İman edenler için 'dünya hayatı, her saniyesi birbirinden detaylı sürprizlerle, iyiliklerle, güzellikle, hayır ve hikmetlerle dolu bir yaşamdır. Allah'ın sonsuz güzel ahlakının ve eşsiz üstünlükteki sıfatlarının tecellilerinin hayatın her yanını sarmış olması, müminlerin, her anlarını derin bir heyecan ve coşku içerisinde yaşamalarına neden olur. Her an, Allah'ın kendileri için yarattığı bir başka güzelliği fark etmenin, Allah'ın rahmetinin tecellilerini görmenin neşesini ve sevincini tadarlar.


Bu, iman etmeyenlerin hiç bilmedikleri ve mahrum oldukları çok büyük bir dünya nimetidir. Allah her an, insan için, ancak akılla, imanla ve vicdanla fark edilebilecek birbirinden güzel ve detaylı sürpriz güzellikler yaratır. Ancak iman gözüyle bakan kimselerin görebileceği bu olaylar ile, Allah kullarına sıcak ve yakın takibini hissettirir. Bu yakınlığı hissetmek, mümin için çok büyük bir haz ve büyük bir lütuftur. Bazen insanın aklından geçen küçük, günlük ve sıradan gibi görünen bir olayın gerçekleşmesi; bazen dua ile istediği bir güzelliği, hiç tahmin edemeyeceği şekilde karşısında bulması; bazen güzel tevafuklarla karşılaşması, insan için çok büyük bir nimet, tefekkür ve Allah'a yakınlaşma vesileleridir.

Allah Kuran ile, insanlar üzerindeki sonsuz rahmetini; iman edenlerin mutlak dostu ve yardımcısı olduğunu; ve samimi duaya kesin olarak karşılık vereceğini kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla inanan bir kimse, zaten hayatı boyunca Allah'ın kendisi için yarattığı rahmet tecellilerinin daimi olarak şuurundadır. Sıkıntı ya da zorluklarla bile karşılaşsa, tüm bunların kendisi için özel yaratılan güzellikler olduğunu bilir. Ancak Allah, bu konuda bu kadar kesin ve sağlam bir inanca sahip olan bir kimsenin dahi ülfetini kıracak, onu hayrete düşürecek ve şahit olduğu olağanüstü yaratılış karşısında büyük bir iman coşkusuna kapılmasını sağlayacak özel tevafuklar, güzellikler ve detaylar yaratır. Mümin, bu olayların her birinde, Allah'ın sonsuz rahmetinin, sonsuz sevgisinin, kullarına olan yakınlığının ve sıcak bağlantısının tecellilerini görmenin verdiği derin heyecan ve hazları tadar. Tüm ruhu ve bedeni, Allah aşkı, Allah sevgisi ve tutkusu ile kaplanır. Allah'ın sonsuz kudretini, Rabbimiz'in herşeye Kadir, sonsuz seven ve sonsuz merhametli olduğunun tecellilerini gördükçe, Allah'a olan olan yakini daha da artar.

Fakat müminin böyle bir iman coşkusu yaşaması için, illaki çok büyük olaylara şahit olmasına ya da çok benzersiz nimetlerle karşılaşmasına gerek yoktur. Bazen çok sıradan, ama çok arzulanan bir şeyin, tam akıldan geçtiği anda kişinin karşısına çıkması; bazen merak ettiği bir konunun cevabının, tam o anda kendisine duyurulması ya da bir an için canının çektiği bir yiyeceğin dahi hiç umulmadık şekilde kendisine ikram edilmesi gibi, küçük ve önemsiz görünen olaylar da gerçekleşebilir. Olayların kendisi belki ehemmiyetsizdir; ancak yaratılan bu tevafukların mümin için taşıdığı mana çok büyüktür. Tüm bunlar, Allah'ın sonsuz hakimiyetinin, sonsuz şefkatinin, her an kullarıyla birlikte olan, herşeyi gören, herşeyi bilen ve duyan
olduğunun birer tecellisidir. Ve bu detayların her biri Allah'ın, Kendisi’ni çok büyük bir aşk ve tutkuyla seven kullarına olan yakınlığını onlara hissettirmek için yarattığı sürpriz güzelliklerdir. Ve işte bu büyük gerçeğe şahit olmak da, müminler için çok derin heyecan oluşturan ve çok yakin artıran vesilelerdir.
 

Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar. (Bakara Suresi, 186)
 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36243/allahin-sizin-icin-yarattigi-surprizhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36243/allahin-sizin-icin-yarattigi-surprizFri, 24 Dec 2010 19:29:54 +0200
İstediğiniz bir şeye ulaşmak için, elinizden gelenin en fazlasını yapıyor musunuz? İnsan fıtratında var olan en önemli özelliklerinden biri ‘istemek’tir. Allah, insanın ruhuna güzelliklere, iyiliklere, nimetlere karşı, hayatının sonuna dek bitmeyecek bir istek vermiştir. Dolayısıyla dünya üzerinde, kendisine nimet verilmesinden, iyilik yapılmasından, güzellik sunulmasından hoşlanmayacak tek bir insan yoktur.

Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bu isteklerine, hiç emek vermeden, hiç akıl kullanmadan ve hiç sıkıntıya girmeden kavuşmak isterler. Dünyanın en güzel nimetleri daima hiç koşulsuz önlerine gelsin; insanlar kendilerine karşı olabilecek en güzel ahlakı göstersin; sıkıntı, zorluk, yokluk onlara hiç dokunmasın; her işleri olabilecek en kolay şekilde hallolsun; hayatlarının akışı hep en istedikleri şekilde gerçekleşsin; hastalıklar, eksiklikler, acizlikler, sabretmeyi, emek vermeyi, irade göstermeyi gerektirecek olaylar onlardan hep uzak olsun isterler...

Oysa Allah insanın ruhunda iyiliklere, güzelliklere ve nimetlere karşı eğilim yaratırken, insanın bu sonuca ulaşmak için ‘emek vermesini’ de istemiştir. Allah, ancak hayatını akıllarını kullanarak, iyiliğe, güzelliğe ulaşmak için çaba harcayarak geçiren kulları için cennet vadetmiştir. Kuran'da, iyiliğe, güzelliğe ulaşmak isteyen insanların göstermekle yükümlü oldukları bu ‘bir ömür süresince, kesintisiz olarak gösterilecek olan ciddi çaba’nın önemi şöyle hatırlatılmıştır:

 

Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

 

İşte bu, dünya ve ahiret hayatında güzellikler oluşmasını isteyen bir insanın asla unutmaması gereken kesin bir gerçektir. Müminin sorumluluğu, hayatının sonuna kadar Allah rızası için emek vermek, çabalamak, hayırlarda yarışmak ve bu uğurda yorulmaktır:
 

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.

Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5 - 8)

 

Bir şeyleri istemek, ama bu yönde hiçbir çaba harcamadan oturup beklemek, müminin kendisine yakıştıracağı bir ahlak şekli değildir. Örneğin eğer İslam ahlakının dünyaya yayılmasını istiyorsa, bunun için çaba harcamalıdır. İnsanlar arasında iyiliğin yaygınlaşmasını istiyorsa, iyiliği en iyi yaşayan olup herkese örnek olmalıdır. Oturduğu yerin temiz ve düzenli olmasını istiyorsa, harekete geçip temizlik yapmalıdır. Dostluğu, saygıyı, sevgiyi yaşamak istiyorsa, ahlakını, sevilecek, saygı duyulacak, dost olunacak bir hale getirmelidir. Başkalarından güzel ahlak görmek istiyorsa, tavırlarıyla, sözleriyle güzel ahlakın tüm detaylarını insanlara öğretebilecek ve onları da teşvik edecek bir ahlak sergilemelidir.

Ancak bazen de bir insan elinden gelen her türlü çabanın en fazlasını gösterir. Ama dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak, her istediğini elde edemeyebilir. Fakat Allah kullarına, şartlar nasıl görünürse görünsün, her halikarda yine de ‘umut içerisinde dua etmelerini’ bildirmiştir:
 

... O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

"... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)

 

Dolayısıyla inanan bir insan, istediği bir şey gerçekleşmese de, Allah'a olan güveninden ve Allah'ın sonsuz gücünü bilmesinden dolayı hayatının sonuna kadar bu yönde dua etmeye ve çaba harcamaya devam eder. Eğer isteği gerçekleşmiyorsa, Allah'ın bunda hayır ve hikmetler yarattığını; kendisi için en güzel ve yararlı olanı en iyi Rabbimiz'in bildiğini bilir. Ve gönül rahatlığıyla Allah'a teslim olur. Gösterdiği samimi ve ihlaslı çabanın Allah Katında ve sonsuz hayatında mutlaka en güzeliyle karşılık göreceğini ummanın tevekkülünü yaşar.

Allah Kuran'da, ‘hayatı boyunca istemekten bıkkınlık duymayan’ ancak ‘isteklerinin dışında bir durumla karşılaştığında da, hemen inancını ve umudunu yitiren, dağılan insanların varlığından’ da bahsetmiştir. İşte bu, gösterdiği çabayı, Allah'ın rızasını umarak değil, sadece nimete kavuşmak için gösteren kimselerin durumudur.

 

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur.

Oysa ona dokunan bir zarardan sonra Tarafımız'dan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır.
Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbim'e döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kafirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan taddıracağız. (Fussilet Suresi, 49-50)

 

İşte, hayatında iyiliklere, güzelliklere ve nimetlere ulaşmak isteyen insanların bu önemli gerçekleri asla unutmamaları gerekir:
 

- İyiliği, güzelliği ve nimeti, ihlasla ve Allah rızası için istemek...

- Bir şeyi isteyip, sonra hiçbir çaba harcamadan, akıl kullanmadan, sıkıntılara göğüs germeden beklemenin mümin tavrı olmadığını unutmamak...

- İstekleri gerçekleşmese de, Allah'a güvenmekten asla vazgeçmemek...

- Asla ümit kesmemek; hayatın sonuna kadar Allah'a güvenip, umut ve korku arasında dua etmek...

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36184/istediginiz-bir-seye-ulasmak-icinhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/36184/istediginiz-bir-seye-ulasmak-icinThu, 23 Dec 2010 15:23:00 +0200
Bütün sıkıntıların kesin çözümü... Dünyanın dört bir yanında yaşayan milyarlarca insanın her biri farklı hayatlar yaşamaktadır. Ancak hepsinin de, kendilerince çeşitli beklentileri, sorunları ya da sıkıntıları vardır. Ve elbetteki her birinin sıkıntısı, beklentisi ya da isteği birbirinden tümüyle farklıdır.

Fakat tüm bu farklılıklara rağmen, bu insanların büyük çoğunluğunun içerisine düştüğü ‘hayati yanılgı’ aynıdır. Konu her ne olursa olsun, insanlar yaşadıkları sorunların çözülmesi, isteklerinin gerçekleşmesi ya da sıkıntılarının son bulması için, ‘mutlaka belirli şartların oluşması gerektiğine’ inanırlar. Ve bu şartlar oluştuğunda da, istedikleri sonuca ‘kesin olarak kavuşacaklarını’ düşünürler.

Kuşkusuz ki dünya hayatı, -Allah'ın yarattığı adetullah gereği- belirli sebeplere bağlı olarak yaşanmaktadır. Örneğin bir kariyer hedefi olan bir insanın, bu yönde emek vermesi, çalışması, kendisini geliştirmesi, tecrübe kazanması ya da belirli bir alanda tahsil yapması gerekir. Bu sebeplere sarılmadan, hiçbir çaba harcamadan oturduğu yerde kariyer sahibi olmasını beklemesi, elbetteki sonuç vermeyecektir. Ya da ciddi bir hastalığı olan bir insanın, hiçbir tedavi görmeden, uzmanlara danışmadan, sadece bekleyerek hastalığının geçmesini düşünmesi mantıklı değildir. Mutlaka Allah'ın kendisine verdiği aklı, bilgiyi ve tecrübeyi kullanarak gereken her türlü tedbiri alması gerekir.

Ancak her insanın, her bir sorunu için aldığı onca tedbirin, peşinden koştuğu onca detayın arasında unutmaması gereken çok önemli bir gerçek vardır: Evet, sebeplere uyulması elbetteki çok hayati derecede önemlidir. Bu, Allah'ın insanlara gösterdiği bir yoldur. Ancak Allah'ın yaratması, asla sebeplere bağlı değildir. Allah dilediği an, dilediği kişi için, dilediği sonucu o anda yaratır. İşte insanın onca karmaşa, telaş ve koşuşturma içerisinde asla gaflete düşmemesi gereken gerçek budur. Sonucu yaratacak olan Allah'tır. Beklentileri, istekleri gerçekleştirecek olan Allah'tır. Sıkıntıları kaldıracak, bunun yerine nimet yaratacak olan da yine yalnızca Allah'tır.

Dolayısıyla sorunlar, acılar, zorluklar, beklentiler ya da istekler birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, dünyanın dört bir yanındaki tüm insanların sıkıntılarının çözümü tektir. Çözüm Allah'a yönelmek, Allah'ı çok sevip Allah'a güvenip herşeyi Allah'tan istemektedir. Olayların içinde kaybolup bir çıkış yolu aramaktansa, o olaydan dışarı çıkıp, onu Allah'a bırakmaktadır.

Unutmamak gerekir ki, Allah bir kimseyi severse, onu dilediği herkese sevdirir.

Allah bir kimseye rahmetini, nimetini açarsa; Allah tüm dünyada, tüm insanlarda ona karşı rahmetiyle ve nimetiyle tecelli eder.
Bir insan Allah'ın koruması altında olursa, kimse ona zarar vermeye güç getiremez.

Allah bir kimseye mutluluk, neşe, huzur, bereket verirse, hiçbir şey ya da hiçbir insan, bunları engellemeye güç yetiremez.

Allah bir insanın yolunu açarsa, bir kişiye kolaylık dilerse, hiç bir olay ya da hiçbir insan bu yolu kapayamaz.


Dünya üzerinde her nereye gidilirse gidilsin, Allah'tan bağımsız, canlı cansız hiçbir varlık yoktur. Herşey ve herkes Yüce Rabbimiz'e boyun eğmiştir. Her biri, her an Allah'ın emrine uymakta ve Rabbimiz'in buyruğunu yerine getirmektedir. İşte, dünyanın en büyük sorunlarıyla, acılarıyla ya da sıkıntılarıyla yüzleşen bir insanın dahi, bu kesin ve değişmez gerçeği asla unutmaması gerekir.

Bir insan bu gerçeği bildiği ve bu gerçeğe inanarak yaşadığı takdirde; sorunlar, konular her ne olursa olsun, çözümün tek bir noktada kesiştiğini görecektir. Allah'a teslim olup Allah'ı dost ve vekil edinmekten, Allah'a güvenmekten, Allah'tan yardım istemekten ve Allah'ın en güzelini yaratacağından emin olmak, herşeyin tek ve kesin çözümüdür.

Elbetteki insan fiili olarak elinden gelen her yolu deneyecek, tüm sebeplere sarılacak, gücünün yettiği en fazla çabayı harcayacaktır. Ama bunların sadece birer dua mahiyetinde olduğunu asla unutmayacak ve çözümün yalnızca Allah'a yönelmek olduğunu bilecektir.

Allah Kuran'da pek çok insanın zaman zaman gaflete düştüğü bu önemli gerçeği kullarına şöyle hatırlatmaktadır:

 

Gökten yere her işi O evirip düzene koyar... (Secde Suresi, 5)

"Ben gerçekten, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a tevekkül ettim. O'nun, alnından yakalayıp-denetlemediği hiçbir canlı yoktur. Muhakkak benim Rabbim, dosdoğru bir yol üzerinedir (dosdoğru yolda olanı korumaktadır.)" (Hud Suresi, 56)

Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O'ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse, O'nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan isabet ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107)

... Sizin Allah'ın dışında veliniz yoktur, yardım edeniniz de yoktur. (Ankebut Suresi, 22)

Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 3)

Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)

... Artık kim tağutu tanımayıp Allah'a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah, işitendir, bilendir. Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır... (Bakara Suresi, 256-257)

Kim ihsanda bulunan (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse, artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır. Bütün işlerin sonu Allah'a varır. (Lokman Suresi, 22)

Geri dönerlerse, bilin ki gerçekten Allah, sizin mevlanızdır. O, ne güzel mevladır ve ne güzel yardımcıdır. (Enfal Suresi, 40)

... Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a sarılın, sizin Mevlanız O'dur. İşte, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcı. (Hac Suresi, 78)

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/35611/butun-sikintilarin-kesin-cozumuhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/35611/butun-sikintilarin-kesin-cozumuSat, 11 Dec 2010 14:39:51 +0200
Gaflete kapılmamaya en dikkat edilmesi gereken zamanlardan biri de, Allah'ın nimetini artırdığı vakitlerdir. Hayatında bir eksiklik olduğunda; beklentileri ya da istekleri umduğu şekilde gerçekleşmediğinde, genellikle insanın Allah'a yönelişindeki samimiyet, derinlik ve ihlas da alabildiğine artar...

 

Çoğu insanın Allah'a en samimiyetle yöneldiği anlar, bu kişilerin hayatlarında birtakım eksikliklerin, sıkıntıların ya da sorunların yer aldığı zamanlardır. İnsanlar, acizliklerini, güçsüzlüklerini ve Allah'a ne kadar muhtaç olduklarını en kamil anlamda böyle zamanlarda kavrarlar. Ve Allah'a, bu kavrayışın getirdiği samimiyetle yönelirler. Dualarındaki candanlık, ihlas ve derinlik, ruh hallerindeki netlik, açıklık ve dürüstlük, ve Allah'a yalvarışlarındaki teslimiyet çok yüksek seviyelere ulaşır. Bu anlarda kişi, kendi ruhundan yansıyan bu samimiyete, Allah'a karşı olan sevgisindeki coşkuya, candanlığına, yakınlığına ve teslimiyetine kendisi de şahit o olur. Allah'a karşı kalbinde yaşadığı bu samimiyetten kendisi de çok hoşlanır ve bu halini günlük hayatın hiçbir aşamasında kaybetmemek ister. Hayatının geri kalanına hakim olan yüzeysel haline bir daha hiç geri dönmemek için ruhunu eğitmeye çalışır.

Ancak ne var ki, Allah insanın dualarına icabet ettiğinde, üzerindeki sıkıntıyı kaldırdığında ve o kişiye olan nimetini artırdığında, çoğu insan, bir şekilde yaşadığı bu derinlikten uzaklaşır. Ve çoğu zaman içerisine düştüğü gafleti fark etmesi de, ancak nimetlerin tekrar elinden gitmesiyle gerçekleşir.

Oysa ki insanın bu derinliği bir hayat şekli olarak yaşaması için, illaki yokluk ve sıkıntı içerisinde bir hayat sürmesine gerek yoktur. İnsan Allah aşkıyla, derin Allah sevgisiyle hayatının her anında aczini, fakrını, muhtaçlığını olabilecek en açık şekliyle hissedip bunun getirdiği ruh hali içerisinde bir yaşam sürebilir. Bu tamamen kişinin şuurunu açıp niyet etmesine bağlıdır. Allah insana düşünce gücünü istediği kadar derinleştirebilme imkanı vermiştir. Allah'ın üstün sıfatları, sonsuz mükemmellikteki ahlakı ve yaratışı üzerinde düşünmek, Allah'ın sıcak dostluğunun, sevgisinin, şefkatinin alametlerini günün her anında fark edebilmek, bir insanın Allah'a karşı en derin ve en güzel ahlakı yaşamasına vesile olur.

Bu derinliği yaşayan bir insan, zorluk ve sıkıntı içindeyken Allah'a olan muhtaçlığını ve acizliğini ne kadar iyi kavrayabiliyorsa; Allah kendisine nimet, bolluk, bereket verdiğinde de aynı şuur açıklığında yaşar. Hatta Allah'ın lütfettiği her bir nimet, onun Allah'a karşı olan teslimiyetini bağlılığını, Rabbimiz'e duyduğu derin saygı ve sevgiyi daha da artırır. Kendisine yalnızca Allah'ın birer ikramı ve lütfu olarak verilen nimetlere layık olamamaktan, içerisinde bulunduğu rahatlık ve refahtan dolayı gaflete kapılmaktan, aczini unutup büyüklenmekten, tüm sahip olduklarını normal ve olağan karşılar hale gelmekten titizlikle sakınır. Yaşadığı her an, Allah'ın rahmetini, şefkatini, sevgisini, affediciliğini, lütfunu, yakınlığını en derinden hissetmenin verdiği bir şükür hali içerisindedir. Hayatına katılan her güzellik, önce Allah'a yönelmesine vesile olur. Ve o güzelliklerden istifade ettiği her an, içinde Allah'ı derinden sevmenin mutluluğunu, heyecanını yaşar. Allah dilediği için bu güzelliklerin onun çevresinde olduğunun; sahip olduğu mutluluğu, huzuru, nimetleri yalnızca Allah kendisini seçip lütfettiği için yaşadığının kesintisiz olarak şuurundadır. Allah'ın, dilediği anda hayatını tümüyle değiştirebileceğinin; tüm nimetleri bir anda yokluğa, eksikliklere, sıkıntılara dönüştürebileceğinin çok açık bir şekilde farkındadır.

Bu nedenle de, yokluk ve sıkıntı anlarında Allah'a olan yakınlığı ne kadar samimi ise, işte yaşadığı bu nimetler ve güzellikler içerisinde olduğunda da aynı samimiyet ve candanlık içerisindedir. Zorluk ve sıkıntıyla karşılaştığında Allah'a ne kadar gönülden, ne kadar coşkulu bir sevgi, içtenlik ve bağlılık ile dua ediyorsa, hayatı istediği her türlü güzellik ve nimetle dolu olduğunda da Allah'a aynı teslimiyet, aynı acizlik, aynı muhtaçlık ve aynı samimiyet ile yalvarıp yakarır.

İşte bu ruh hali, bir müminin kalbindeki gerçek imanın bir alametidir. Allah böyle bir insana, bir kimsenin dünya şartlarında isteyecebileceği, tasarlayabiyeceği, aklının kavrayabileceği en güzel hayatı yaşatsa; nimetlerin en fazlasını, en güzelllerini verse; mutluluğu, neşeyi, sevgiyi, huzuru olabilecek en yüksek hazlar ile yaşatsa da, bu kişi sahip olduklarında dolayı ruhunu yozlaştırmaz. Allah'a karşı olan yakınlığında, sevgisinde, coşkusunda, Rabbimiz'e olan muhtaçlığını kavrayışında hiçbir olumsuz değişiklik olmaz. Yine her anını, yalnızca Allah'ın rızasını –olabilecek en fazlasıyla- kazanabilme aşkıyla; Allah'ın en sevdiği kulu olabilme tutkusuyla; Allah'ın lütfuna, rahmetine, nimetine, sevgisine layık olabilme coşkusuyla geçirir. Ve yine her an, Allah'ın lütfunu gereği gibi takdir edememekten, Allah'ın rahmetine layık olamamaktan, Allah'ın istediği ahlakı en mükemmel şekliyle yaşayamamaktan şiddetle korkup sakınarak yaşar.  Ve gösterdiği bu imani hassasiyet de, -Allah'ın izniyle- böyle bir kimsenin, sıkıntı altında da olsa, nimet içerisinde de olsa, sürekli olarak derin imanda yaşamasını sağlar.
 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/35508/gaflete-kapilmamaya-en-dikkat-edilmesihttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/35508/gaflete-kapilmamaya-en-dikkat-edilmesiThu, 09 Dec 2010 12:33:29 +0200
İnsan isterse, -Allah'ın izniyle- ruh gücünü alabildiğine artırabilir...

İnsanın tüm ahlakı, kişiliği, kendine özgü özellikleri, huyları, zevkleri ve yetenekleri ruhunda şekillenir. Ve eğer insan gerçekten isterse, ruh gücünü artırmak –Allah'ın izniyle- elindedir.

Bu konuda insanın yolu alabildiğine açıktır. Kararlı olursa, iradesini iyi kullanır ve sabır gösterirse; iman ve ahlak derinliği, hiç tahmin etmediği derecede yüksek bir seviyeye ulaşabilir. Daha önce hiç bilmediği, hiç yaşamadığı bir ruh gücü ve ruh zenginliği elde edebilir.

Ancak elbetteki bunun için öncelikle bu gerçeğe tam olarak iman etmesi, bu konuda çok şevkli ve istekli olması ve bunu uygulamada bir an olsun tereddüt etmeden, ciddi bir irade göstermesi gerekir.

İşte bu kararı verdikten sonra, insanın, ruhunu derinleştirmek, ahlakını güzelleştirmek, kişiliğini geliştirmek için atması gereken belirli adımlar vardır.

Öncelikle kişi kendi kendine belirli hedefler oluşturmalı ve ne kadar zorlanırsa zorlansın, bunları uygulayabildiğini; nefsine, ruhuna ve bedenine söz geçirebildiğini kendi kendine göstermelidir. Karar verdiği bir konuyu hayata geçirmede taviz vermediğini, irade gösterebildiğini ve vazgeçmediğini kendine ispatlamalıdır. Bu aşamada belirleyeceği hedefler, belirli bir süre boyunca rejim yapmak, düzenli spor yapmak ya da 24 saat hiç yılmadan çok çalışkan olmak gibi fiziksel birtakım faaliyetler de olabilir. Burada önemli olan, kişinin, irade göstermeye, verdiği bir kararı uygulamaya ve zorlansa da vazgeçmemeye alışmasıdır. Bedenini, eğitime ve söz dinlemeye açık hale getirebilmesidir.

Bu aşamadan sonra ise, bedeni ile birlikte ruhuna da söz geçirmeye başlamalıdır. Yine kendisine çeşitli hedefler belirlemeli, beynini bu hedefleri uygulamaya ikna etmelidir. Bunlar hiç sinirlenmemek, güzel bir ses tonu kullanmak, canlı bir üslup benimsemek, özlü ve anlaşılır konuşmaya çalışmak gibi hedefler olabilir. Kişi, ruhunu ve beynini çok hamarat ve çalışkan bir düzeyde tutmaya niyet edebilir. Neşenin ruhunu almaya, neşenin rengini yakalamaya, herşeye çok iyi niyetle ve iyimser bir gözle bakmaya ve bu bakış açısını bir hayat şekli haline getirmeye karar verebilir. Çevresindeki insanların huzurunu ve mutluluğunu hedeflemeye, kendisinden çok başkalarını düşünen bir ruh halinde yaşamaya yönelebilir. Ve sonuç olarak da ruhunu ve bedenini, tüm bu kararları uygulamaya mecbur edebilir.

İnsan -Allah'ın izni, lütfu ve yardımıyla-, dikkatli, iradeli ve kararlı bir çalışmayla birkaç günde çok büyük sonuçlar alabilir. Ve her sonuç aldığında, bir kez daha niyet ederek, daha derin bir ruh haline ulaşıp, daha derin bir ruh gücü elde edebilir.

İnsanın ruhundaki her derinleşme ise, Allah'ı çok daha iyi tanıyıp takdir edebilmesine, Rabbimiz'i çok daha derin bir aşk ve sevgiyle sevebilmesine ve çok daha derin bir saygıyla korkup sakınabilmesine vesile olacaktır. Allah'ın yarattıklarındaki güzellikleri, derin anlamları, derin işaretleri çok daha berrak bir gözle görüp, çok daha fazla sevebilmesine imkan sağlayacaktır.

İnsan ayrıca, ruhunda meydana gelen olumlu değişikliklerden, çevresindeki herkes gibi, kendisi de çok zevk alacaktır. Hayata, dünyaya, olaylara ve insanlara çok daha mutmain bir ruh hali ile yaklaşmanın verdiği derin huzuru ve güzelliği yaşayacaktır. Yaşadığı güzel ahlaktan dolayı, Allah insanların kalbinde o kişiye karşı bir sevgi, şefkat, saygı ve sıcaklık oluşturacaktır.

Ve dünyadaki bu sonuçların yanı sıra, Allah, Kendi rızası için böyle samimi ve kararlı bir çaba gösteren kullarına inşaAllah ahirette de nimetlerin en güzelini yaratacaktır.

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/34618/insan-isterse--allahin-izniylehttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/34618/insan-isterse--allahin-izniyleThu, 25 Nov 2010 12:14:05 +0200
''Zaten güzel ahlaklı olabilirsiniz. Ama eğer gücünüz yetiyorsa, bunun en az iki katı daha fazla güzel ahlaklı olun.'' Bazı insanlar, fıtrat olarak ya da çocukluk yıllarından gelen yetiştiriliş tarzından dolayı çok daha pozitif bir ahlaka sahiptirler. Bazı insanlar da, bu kimselerin tam tersine, aynı sebepler doğrultusunda daha yırtıcı, daha sert ya da daha negatif özellikler içeren bir kişilik yapısı gösterirler.

Daha mülayim ahlaka sahip olan bu kimselere göre, diğerlerinin kendilerini yetiştirmesi, çok daha fazla çaba, çok daha fazla samimiyet ve irade gerektirebilir. Ancak sonuçta eğer bir insanın kalbinde yeterli Allah aşkı, iman coşkusu ve irade varsa, bu kimseler de, en az diğerleri kadar güzel bir ahlaka sahip olabilirler. Ve elbetteki, fıtrat olarak daha yumuşakbaşlı, daha mülayim olan insanlara göre, daha sert mizaçlı ya da daha negatif özelliklere sahip olan bu kimseler, bu konuda gösterdikleri samimi çabadan dolayı Allah Katında çok daha fazla ecir alabilirler (Doğrusunu Allah bilir).

İşte nasıl ki bir insan, istediği takdirde çok daha fazla çaba ile kendisini çok güzel yetiştirebilme imkanına sahipse; aynı şekilde çok güzel ahlaklı bir insanın da, bunun çok daha üstünde, çok daha derin bir ahlaka sahip olma imkanı da vardır. İnsanın önünde bu konuda bir engel yoktur. Allah bir ayette insanlara “Öyleyse güç yetirebildiğiniz kadar Allah'tan korkup-sakının...” (Teğabün Suresi, 16) buyurmuştur. Dolayısıyla insan, gücünün yettiğinin en fazlasını yapmakla ve en iyisini elde etmeye çalışmakla sorumludur. Derin Allah korkusunu, Allah aşkını, Allah sevgisini, iman heyecanını kalbinde hisseden bir insan, imanından aldığı bu güç ile, -Allah'ın izniyle- ahlakını mükemmelin de üzerinde bir seviyeye ulaştırabilir.

Allah'ın Kuran'da insana, “gücünü en fazlasıyla kullanmasını” emretmiş olması, mümin için çok önemli bir ölçüdür. İman eden bir insan, Allah'ın bu emrini bilerek, “Nasıl olsa içimde hiçbir kötülük yok; her zaman her konuda herkese karşı olabilecek en güzel tavırları gösteriyorum. İyilikten, güzellikten yana aklıma gelen her tavrı uyguluyorum. Vicdanımın sesine mutlaka uyuyorum. Kuran ahlakına muhalif hiçbir davranışa yanaşmıyorum” diyerek, ahlakını belirli bir seviyede sınırlamamalıdır. Mutlaka iyinin daha iyisi, güzelin daha güzeli, olumlu tavrın daha olumlusu, yapıcı bir ahlakın daha yapıcısı olduğunu unutmamalıdır. Sevginin, saygının, şefkatin, hoşgörünün, mülayimliğin çok daha üst seviyeleri olabileceğini düşünerek, çok daha iyisini bulup uygulamak için kendisini zorlamalıdır. Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, eğer insan “Allah'tan güç yetirebildiğinin en fazlasıyla korkup sakınırsa”, Allah o kişiye güzel ahlakın daha da üstünde bir ahlakı nasıl yaşayabileceğini ilham edecektir.

Ve insan bu çabasının sonucunda, mevcut olandan çok daha üstün bir ahlak anlayışı elde ettiğinde de, yine bunu da yeterli görmemekle sorumludur. Yine bunun daha üstünde bir derinlik seviyesi olabileceğine inanarak, Allah'tan çok korkup sakınarak, ahlakını daha da mükemmelleştirebilmek için var gücüyle çaba harcamalıdır.

Ve samimi iman eden bir insan için bu süreç hayatının son anına kadar aralıksız bir çabayla devam edecektir. Mümin, Allah'ın kendisine lütfettiği ömrünün her gününü, her saatini ve her anını, sürekli olarak “Nasıl daha iyi olabilirim?” diye düşünerek, Allah'a sığınıp çok daha iyisini elde etmeye çalışarak geçirmelidir. Allah'a karşı olan sevgisini, samimiyetini, candanlığını, Allah'a kulluk etmedeki aşkını, şevkini, iradesini sürekli olarak daha da artırmanın yollarını aramalı, en mükemmele ulaştığına inansa bile asla kendisini yeterli görmemelidir.

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/34104/zaten-guzel-ahlakli-olabilirsiniz-amahttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/34104/zaten-guzel-ahlakli-olabilirsiniz-amaMon, 15 Nov 2010 16:38:06 +0200
'Düz akıllı insan' değil, 'aklını iyi kullanan insan' olmak önemlidir... Bazı insanlar vardır, gerçekten de çok akıllıdırlar. Çok hızlı kavrayabilme, konuların grift noktalarını hemen fark edebilme, bir olayın küçük bir parçasından bütününü görebilme gibi önemli yeteneklere sahiptirler. Zeki ve akıllı olduklarının farkında oldukları için de, bu özelliklerini istedikleri yerde ve istedikleri şekilde kullanırlar.

Oysa insan ne kadar akıllı olursa olsun, ‘aklın iyi kullanılabilmesi’ de, en az ‘akıllı olmak’ kadar önemli bir konudur. Ancak bazı insanlar, bu detay gibi görünen, ama aslında çok önemli bir ahlak özelliği olan konunun tam olarak farkında değillerdir.

Halbuki eğer insan, aklını nasıl kullanması gerektiği konusunda özel bir özen göstermezse, ortaya ‘düz akıl’ olarak tanımlanabilecek bir akıl şekli çıkar. Bu düz akılda kişiler, akıllarını gelişigüzel şekilde kullanırlar. Örneğin önemli bir şeyi fark ederler; bunu hemen dile getirirler. Bir riskle karşı karşıya olduklarını görürler; konuyu hemen deşifre ederler. Herkesin fark edemediği bir şeyi analiz eder ve bunu da hiç düşünmeden karşılarındaki kişiye aktarırlar. Tavırlarındaki bu düşünmeden hareket etme ve acelecilik ise, elbetteki ‘akıllarına ve teşhislerine olan güvenlerinden’ kaynaklanmaktadır.

Oysa ki akıl, tek başına ne kadar güzel bir erdem olursa olsun, yine de aklın diğer güzel ahlak özellikleriyle birleştirilmesi gerekir. İnsanın sadece ‘doğruları - yanlışları’ görebilmesi, sorunların çözümlerini bulabilmesi, isabetli teşhisler yapabilmesi ‘güzel bir ahlak için’ yeterli değildir. Tüm bu tavırların her birinde, diğer insani özelliklerin de devreye girmesi; her konunun şefkatle, merhametle, saygıyla, sevgiyle, hoşgörüyle halledilmesi hayati önem taşır. İşte insan ancak aklını bu özelliklere de önem vererek kullandığında gerçek anlamda ‘akıllı bir insan’ olarak nitelendirilebilir.

Akıllı bir insanın en önemli özelliklerinden biri ise, ‘her gördüğünü, her bildiğini, her teşhis ettiğini ve her doğruyu düşünmeksizin dile getirmemesi’dir. Akıllı insan, ‘ne zaman, nerede, ne şekilde konuşması gerektiğini en iyi bilen insan’ olmalıdır. Söylenecek her sözün, -ne kadar doğru ve önemli olsa da- insanlar üzerinde yapacağı etkiyi hesap edebilmelidir.

Örneğin çabuk telaşa kapılabilecek kişilikteki bir insanın yanında, ani ve riskli bir gelişmeyi sansasyonel şekilde dile getirmek, akıllı bir insanın yapmayacağı bir tavır olmalıdır. Ya da ani heyecan sonucunda, tansiyonu yükselip sağlık açısından problem yaşayabilecek birine, önemli bir haberin dümdüz bir üslupla haber verilmesi doğru değildir. Bu kişiyi en az heyecanlandıracak, en yatıştırıcı etkiyi yapacak sözlerin, birer birer özenle seçilip, konuşmanın bu akılcılıkla yapılması gerekir. Aynı şekilde, her ne kadar doğru da olsa, bir gerçeği olumsuzdan başlayarak konuşmanın, insanların kalbinde burkuntu oluşturabileceğini de tahmin etmek gerekir. Aynı gerçeği, olumlu yönlerini vurgulayarak dile getirmek, güzel ahlakın ve akılcılığın bir gereğidir. Bazen de, hemen herkesin gördüğü, ancak nezaket ve güzel ahlakın gereği olarak açıkça dile getirilmeyen bazı gerçekler olur. İşte aklını iyi kullanmayan kimi insanlar, bu gerçekleri sanki ilk kez kendileri keşfetmişçesine, hemen gündeme getirip konu ederler. Bu durumun farkında olan diğer insanların, hangi hikmetlerle bunları dile getirmediklerini ise hiç düşünmezler.

Oysa ki çoğu zaman, bazı şeyleri çözümlemenin yolu, bunları gelişigüzel üsluplarla açığa vurmak değildir. Bir konuyu hallederken, o konuya dahil olan tüm insanların psikolojilerinin ayrı ayrı gözden geçirilerek, her birine en olumlu etkiyi yapacak yaklaşımlar seçilerek hareket edilmelidir. Bazen bir konudaki sorunu dile getirmektense, bundan hiç bahsetmeyip doğrudan çözümün anlatılması çok daha yerinde olabilir. Ya da aynı eksikliklerin, kusurların ya da hataların sürekli gündem yapılmasındansa, bunların telafisi olacak tavırların teşvik edilmesi kişilere daha yapıcı bir bakış açısı getirebilir.

Bunun yanı sıra bir insanın konuşmasında geçen tek bir kelime bile karşı taraf üzerinde çok olumsuz etki oluşturabilir. Bazen güzel bir iltifatın ya da sevgi sözcüğünün arasında yer alan özensizce seçilmiş bir kelime dahi, iltifat edilen kişide, sevinç ve mutluluk yerine, şüphe ve tedirginlik oluşmasına yol açabilir. Dolayısıyla bir insan eğer akıllı ise, her sözünü, sahip olduğu aklın süzgecinden geçirip eleyerek konuşmalıdır. Her kelimenin, her vurgunun, her ses tonunun insanlar üzerinde nasıl etkileri olacağını hesap ederek ilerlemelidir.

Örneğin bir doktor, uzman olduğu konuda yaptığı teşhislerden de emindir. Ama bunu dile getirirken bu doktorun, muhatap olduğu hasta olan kişiye karşı belirli bir insaniyet, nezaket ve akılcılıkla yaklaşma sorumluluğu da vardır. Sözgelimi bu hasta kanser tedavisi görmektedir ve birkaç haftalık ömrü kalmış olabilir. Ama herkesin çok iyi bildiği gibi, bu gerçeği dile getirecek olan insanın, hastalığı teşhis edebilecek yeteneklerinin yanında, pekçok insani özelliğe de sahip olması ve hastaya durumunu, olabilecek en insaniyetli üslupla aktarması gerekir.

Dolayısıyla, bir şeyi iyi bilmek ya da doğru olanı fark edebilmek, kişiye, onu en düz ve özgür şekilde ifade etme ya da her aklına geleni konuşma özgürlüğü de getirmemelidir. Asıl akıl alameti, insaniyet, merhamet, itidal, hoşgörü, sevgi, saygı gibi ölçüler içerisinde, pek çok detayı birarada düşünerek konuşmaktır. Gerçek anlamda akıllı insan da işte aklını, bu detaylarla birlikte kullanabilen insandır.

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/34050/duz-akilli-insan-degil-aklinihttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/34050/duz-akilli-insan-degil-akliniSun, 14 Nov 2010 12:58:59 +0200
Güzel bir erdemi sözlerle anlatıp yüceltmek kolaydır. Önemli olan, bunları uygulamak söz konusu olduğunda irade gösterebilmektir. Çoğu insanda rastlanabilen önemli bir özellik vardır: Konuşmak söz konusu olduğunda, pek çok insan bir konu hakkında olabilecek en güzel sözleri söyler; en doğru, en akılcı tavırlarda bulunmak gerektiğini anlatırlar. Olması gereken en iyi ahlakın ne olduğu hakkında hiçbir detay atlamadan en mükemmel sözleri söylerler. Kendilerinin de, bu en iyi, en doğru, en güzel ve en mükemmel olanı yapmayı hedeflediklerini ve bunda da çok kararlı ve istekli olduklarını anlatırlar.

Ancak çoğu zaman, bu anlatılanları uygulamak söz konusu olduğunda, aynı insanlar sözlerindeki istek ve kararlılığı nedense tavırlarına yansıtamazlar. Bir anda en doğru, en iyi ve en mükemmelden kolaylıkla tavizler verirler. Kısacası sözleriyle tavırları birbirini tutmaz. Kimi zaman tavırlarında, sözlerinde anlattıklarından hiç eser dahi yoktur.

Aslında her insan, bir konuda yapılması gereken en doğru ve en isabetli tavrın ne olduğunu bilecek şekilde yaratılmıştır. Allah her insanın vicdanına en iyiyi ve en doğruyu ilham eder. Dolayısıyla her insan, her şartta yapılması gereken en güzel tavrın ne olduğunu bilmektedir. Ve istediği takdirde, vicdanının kendisine gösterdiği bu doğruluğu, sözlerine de en mükemmel şekilde yansıtabilir.

Ancak işte insanın içten içe bildiği bu doğruları bir de uygulama safhası vardır. Bu noktada insan yine vicdanıyla başbaşa kalır. Çok iyi bildiği doğrular ile, nefsine ve çıkarlarına daha uygun olan tavırlar arasında bir tercih yapmak durumundadır. Ve çoğu insan bu noktada, doğrulardan yana değil, kendi isteklerinden, rahatından ve menfaatlerinden yana tavır koyar. Öncesinde iyilikten yana ne kadar istekli, kararlı ve şevkli olursa olsun, uygulama anı geldiğinde, bu yüksek ahlakı hayata geçirmede irade gösteremez.

İnsanlarda görülen bu ahlak eksiklikliğine dair günlük hayatın içinden pek çok örnek vermek mümkündür. Örneğin her insan, zor durumda kalan muhtaç birine yardım edilmesi gerektiğini bilir ve bunu tüm ayrıntılarıyla vurgulayarak savunur. Hatta bu kimseler, bu ahlakı uygulamayan insanlar hakkında ciddi şekilde kınayıcı açıklamalar yaparlar. ‘Kendileri söz konusu olsa, mutlaka mazlumdan yana tavır koyacaklarını’ anlatırlar. Ancak aynı şartlar kendi başlarına geldiğinde, bu erdemli tavır konusunda irade ve kararlılık gösteremezler.

Sözgelimi trafikte kazayla bir yayaya çarptıklarında, ya da bir başkasının çarpıp kaçtığı yaralanmış bir kimseyi gördüklerinde, çok hızlı bir ‘nefis, menfaat ve vicdan muhasebesi’ yaparlar. Bu yaralı insana sahip çıkmanın kendilerine getireceği zarar ve tehlikeleri düşünür ve vicdanen üzerlerine düşen sorumluluktansa, kendi açılarından oluşacak riskleri daha önemli görürler. Ve hiç tereddüt etmeden bu kişiyi sokak ortasında bırakıp giderler.

Aynı şekilde dürüstlüğün öneminden bahsetmek söz konusu olduğunda, hemen her insan bu konuda da çok çarpıcı açıklamalarda bulunurlar. Ama hayatlarının pek çok aşamasında, bu konudan da kolaylıkla taviz verebilirler. Örneğin yakın bir dostlarını korumak söz konusu olduğunda, tanımadıkları bir kişinin ezilmesine hiç düşünmeden göz yumabilirler.

İnsanların çoğu zaman büyük bir kararlılıkla konuşup, sonrasında kararlılık gösteremedikleri konuların bir kısmı da genellikle kendileriyle ilgilidir. Kişiliklerindeki, ahlaklarındaki ve tavırlarındaki yanlışlıklar hakkında çok net konuşmalar yaparlar. Bunların yanlışlığını ne kadar iyi gördüklerini belirtir, kendilerini değiştirmeleri gerektiğini anlatırlar. Eksik yönlerinin yerine uygulayacakları güzel davranışları bütün detaylarıyla açıklarlar. İlk fırsatta, bambaşka bir insan olarak, en güzel ahlakı ve en mükemmel kişiliği göstereceklerini anlatırlar. Hatta yakınlarına bu konuda çok samimi ve yürekten sözler verirler. Ancak bu noktada da, çoğu insan anlattığı doğruları hayata geçirme konusunda kararlılık gösteremez.

Örneğin kumar ya da içki alışkanlığından dolayı hayatı perişan olan, büyük borçlar altına giren, sahip olduğu herşeyi kaybeden, çevresinde dostu yakını kalmayan bir insan, büyük bir pişmanlıkla bu bağımlılıklarını kesin olarak terk edeceğini anlatarak insanların affediciliğine sığınır. Ancak bu alışkanlıklarına geri dönebileceği imkanları ilk elde ettiği anda, verdiği bütün sözleri unutarak, koşarak eski hayatına döner.

Aynı şekilde söylediği yalanlar dolayısıyla başına tehlikeli işler açan bir insan, yaptığının yanlışlığını görerek, yalanın kötülüğü üzerine çok samimi konuşmalar yapar. Bir daha yalan söylememek için gerçekten de ciddi kararlar alır. Ancak nefsiyle ilk çatıştığı ve ilk zorlandığı anda tekrar hemen yalana sığınır.

Bunun gibi, çok sinirli olan bir insan da her ne kadar zorlayıcı bir ortamla karşılaşırsa karşılaşsın asla sinirlenmemeye gayret edeceğine söz verir. Ya da çok kibirli, ben merkezci ve kendinden başkasının sözüne uymayan, herkesin yalnızca kendisine saygı duymasını isteyen ters mizaçlı bir insan da, bu kötü huylarını kesin olarak terk edeceğini anlatır. Bunların kötülüğünü ve bunun yerine uygulanması gereken güzel ahlakın önemini dile getirir. Benzer şekilde tartışmacı bir insan da, karşısına ne tür bir durum veya ne tür insanlar çıkarsa çıksın, kimseyle iddialaşmayacağına, tartışmayacağına, alttan alıp hoşgöreceğine, yatıştırıcı bir ahlak sergileyeceğine söz verir. Ve tüm bu örneklerdeki insanlar, yanlış olan bu tavırlarından sıyrılıp güzel ahlak gösterme konusunda ne kadar şevkli olduklarını samimiyetle dile getirirler. Ancak ne var ki, yine uygulama anı geldiğinde, insanlar sanki bu samimi analizleri hiç yapmamışçasına kendi kişiliklerini tüm eksiklikleriyle tekrardan ortaya koyarlar.

İşte tüm bu örneklerde anlatılan insanların, uygulamada başarısız olmalarının önemli bir sebebi vardır: ‘Allah korkusunun eksikliği’...

Bir insanın, kötü olanı terk edip, bunun yerine iyi olan tavrı istikrarlı ve kararlı bir şekilde uygulamasını sağlayabilecek şey, yalnızca insanın ‘Allah'tan içi titreyerek saygıyla korkup sakınması’dır.

Aksi takdirde insanları kendi çıkarlarını tercih etmelerinden alıkoyabilecek, kendi nefislerinin istekleri doğrultusunda hareket etmelerini engelleyebilecek itici bir güç yoktur. Konuşmak her insan için çok kolaydır. Hatta çoğu zaman o kişiyi insanlar arasında yüceltecek bir fırsattır. Bu nedenle her insan ‘iyiliğin ne olduğu’ konusunda çok çarpıcı konuşmalar yapabilir. Ama mühim olan ‘sadece konuşan değil, aynı zamanda da uygulayan insan olabilmek’tir.

Allah Kuran'da ‘uygulamada kararlılık gösterebilme’nin daha hayırlı olduğunu şöyle bildirmiştir:

 

İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu. (Fussilet Suresi, 21)

 

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah Katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saf Suresi, 2-3)

 

Allah her insana doğruyu ilham etmektedir. Ancak nefis ve şeytan, doğruyu uygulamaktan alıkoymak için insanı türlü bahanelerle kandırmaya çalışır. İnsanın iyiyle kötü arasında karar vermesini gerektiren kısa bir an vardır. İşte o anda, içinde bir yerlerde bir ses kendisine, “Şöyle yap” diye iyi olanın ne olduğunu mutlaka hatırlatır. Nefsi de diğer yandan ona, “Ama bu daha önemli” diyerek insanı kötü olana çağırır. İnsan o anda hızla bir karar verip bu seslerden birini seçer. İşte Allah'tan çok korkan insan, vicdanından gelen sesi duymazdan gelemez. Nefsi ne kadar zorlarsa zorlasın, o anda kendi menfaatlerini ezmekten dolayı canı ne kadar yanarsa yansın, mutlaka vicdanının gösterdiği doğruyu uygular.

Kuran'da müminlerin bu derin Allah korkuları ve bunun sonucunda ulaştıkları güzel ahlak şöyle haber verilmiştir:

 

Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

 

Sen ancak, zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin Suresi, 11)

 

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.(Enfal Suresi, 2)

 

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/33007/guzel-bir-erdemi-sozlerle-anlatiphttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/33007/guzel-bir-erdemi-sozlerle-anlatipSun, 24 Oct 2010 09:13:24 +0300
Her insanın kalbinde, Allah'a karşı yaşadığı çok özel ve derin bir samimiyet, yakınlık ve candanlık şekli olmalıdır. Bir kimsenin böyle anlarda bile soğuk ve mesafeli bir üslup içerisinde olması ise, ciddiyetle düşünülmesi gereken çok önemli bir eksikliktir... Bir Müslümanın kişiliğini, iyi özelliklerini, güzel tavırlarını ya da fiili ibadetlerini yerine getirirken gösterdiği ahlakı dışarıdan görebilmek mümkündür. Ancak imanın en önemli göstergelerinden biri olan, kalbindeki Allah ile olan yakınlığını, dışarıdan bakan insanların bilebilmesi mümkün değildir. Kalpte Allah’a karşı yaşanan dostluk, yakınlık ve sevgi ise, herkesten ve herşeyden çok Allah'ı seven bir mümin için, dünyadaki en büyük nimetlerden biridir.

İnsanın dıştan görünen özellikleri ya da tavırları kimi zaman aldatıcı olabilir. Ancak Allah'a karşı kalpte yaşanan samimiyet ve yakınlık, o kişinin gerçek halini yansıtır. Ve müminin kendisi de buna şahittir. Kimsenin görmediği, duymadığı ve bilmediği anlarda, kalbinde Allah'a duyduğu güveni, yaşadığı teslimiyeti, hiçbir şüpheye kapılmadan Allah'a karşı gösterdiği sadakati kendisi bilmektedir.

Eğer insan, ruhunda böyle bir derinliği yakalayabilmişse, tavırlarında pek çok eksiklik de olsa, bunları telafi edebilmesi ve mükemmelleştirebilmesi -Allah'ın izniyle- son derece kolaydır. Ancak bunun tam tersine, eğer bu kişinin tavırları dışarıdan bakıldığında eksiksiz gibi görünse; ama kalbinde Allah'a karşı soğuk ve mesafeli bir ruh hali yaşıyor olsa (Allah'ı tenzih ederiz), işte bu, diğerinden çok daha tehlikeli bir durumdur. Çünkü bu kişinin elle tutulur hiçbir hatası, kusuru olmasa bile, ruhunda çok büyük bir boşluk ve eksiklik yaşamaktadır. Daha da önemlisi, aksini hiç yaşamadığı, yani Allah ile yakınlığın gerçek manevi lezzetini hiç tatmadığı için, belki de nasıl büyük bir eksiklik ile yaşadığının farkında bile değildir.

Oysa ki insanın Allah'a karşı samimiyetinde bir eksiklik olması; Allah'a karşı soğuk, uzak ve mesafeli bir ruh halinde yaşaması (Allah'ı tenzih ederiz), aslında bu insanın, dünyadaki herşeye karşı böyle bir bakış açısıyla baktığının çok açık bir göstergesidir. Çünkü eğer bir insan, her türlü güzelliğin, iyiliğin, mükemmelliğin, kusursuzluğun gerçek ve sonsuz sahibi olan Yüce Rabbimiz'e karşı yeteri kadar sevgi duyamıyor; yeterli yakınlığı, candanlığı, samimiyeti hissedemiyorsa; bu insanın, insanlara karşı gerçek sevgiyi, yakınlığı ya da samimiyeti yaşayabilmesi hiç söz konusu değildir. İnsan önce Allah sevgisini kavradığı, Allah'ın sonsuz mükemmellikteki isimlerindeki güzellikleri takdir edebildiği durumda, çevresindeki güzellikleri de takdir edebilir.

Allah Kuran'da ‘çok çalıştıkları halde, yaptıkları boşa giden kimseler’in durumunu anlatarak, insanları böyle bir tehlikenin varlığına karşı uyarmıştır:
 

"O gün, öyle yüzler vardır ki, 'zillet içinde aşağılanmıştır.' Çalışmış, boşuna yorulmuştur."(Gaşiye Suresi, 2-3)

"İman edenler: "Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır." derler."(Maide Suresi, 53)

"İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah'ı gazablandıran şeye uydular ve O'nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı (Allah,) amellerini boşa çıkardı."(Muhammed Suresi, 28)

 

Dolayısıyla bir insan Allah'ın emrettiği birçok ibadetini yerine getiriyor olabilir. Fiili olarak elinden gelen her türlü çabayı gösteriyor, gün boyu bir çok konuda ciddi emek sarf edip, tüm gücünü ortaya koyuyor olabilir. Ancak maneviyattaki bu büyük eksikliği, ayetlerde bildirildiği gibi, hem dünyada hem de ahirette hiç ummadığı bir durumla karşılaşmasına neden olabilecek çok büyük bir tehlikedir.

Bir insanın, iç dünyasında yalnız kaldığı, dua etmek için Allah'a yöneldiği, Allah'a yalvarıp yakardığı, tevbe ve bağışlanma dilediği, Allah'tan nimet istediği, kimsenin bilmediği en özel sırlarını, en gizli hislerini, isteklerini, sıkıntılarını, beklentilerini Allah'a bildirdiği anlar vardır. Eğer bir insan, samimiyetin ancak en yüksek şekliyle yaşanabileceği, böylesine anlarda bile içindeki soğukluğu, mesafeyi, yüzeyselliği, yapmacıklığı ve sıradanlığı muhafaza edebiliyorsa, işte bu dikkatle düşünmeyi gerektirmektedir.

Zira insanlar, gün boyunca çevrelerindeki insanlara karşı belirli bir poz, yapmacık bir kişilik, kibir ya da mesafe içerisinde olabilirler. Böyle bir ahlakın, insanlara karşı da yaşanması elbetteki yanlıştır. Ancak böyle bir insanın bile, kendisini kimsenin görmeyeceği, duymayacağı dua anında, tüm bu pozlarından, sergilediği yapmacık kişiliğinden, soğuk üsluplarından, samimiyetsiz anlatımlarından, kibirli dünyasından kopup, samimiyeti yaşayabilmesi gerekir.

Elbetteki iman etmeyen insanların böylesine soğuk bir dünyada yaşamaları son derece normaldir. Allah'ı sevemeyen, Allah'ın üstün vasıflarını takdir edemeyen, enaniyet, gurur ve kibirinden dolayı Allah'a yalvarıp yakarmaya yönelemeyen insanlar (Allah'ı tenzih ederiz), elbetteki Allah ile içte bir yakınlık yaşamazlar. Dua edecek olsalar da, bunu yalnızca çıkar elde edebilme umuduyla ve samimiyetsiz bir ruh haliyle yaparlar.

Ancak iman eden, Allah'ın, ahiretin varlığına kesin olarak inanan, hayatını Allah için yaşayan, maddi manevi herşeyiyle kendisini Allah'a adayan bir mümin için, Allah'a karşı yakınlıkta bir eksiklik olması normal değildir. Bu nedenle her insanın, kendisini bu bakış açısıyla bir kez daha gözden geçirmesi ve bu yönde bir eksikliği varsa bunu hemen telafi etmeye yönelmesi son derece önemlidir. Mümin, Allah'a karşı olan sevgisinde, çoşkusunda, candanlığında, yakınlığında, samimiyetinde sınır tanımamalıdır. Dünya da, içindeki meta da kesin olarak yok olucudur. Dolayısıyla mümin, Allah'tan başka Baki olan hiçbir şey olmadığını bilerek, tüm sevgisini, samimiyetini Rabbimiz'e yöneltmelidir. İnsanın dünya hayatında iyilikten yana yaptığı her şey, ancak kalbindeki bu samimi Allah aşkı, iman coşkusu ve Rabbimiz'i en yakın dostu edinmiş olmasıyla değer kazanacaktır.

Allah Kuran'da bu önemli gerçeği insanlara şöyle bildirmiştir:
 

... Siz, hayır adına ne yaparsanız, Allah, onu bilir. Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır. Ey temiz akıl sahipleri, Ben'den korkup-sakının.(Bakara Suresi, 197)

Onların etleri ve kanları kesin olarak Allah'a ulaşmaz, ancak O'na sizden takva ulaşır. İşte böyle, onlara sizin için boyun eğdirmiştir; O'nun size hidayet vermesine karşılık Allah'ı tekbir etmeniz için. Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac Suresi, 37)

Rableri Katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu, Rabbinden 'içi titreyerek korku duyan kimse' içindir.(Beyyine Suresi, 8)
 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32802/her-insanin-kalbinde-allaha-karsihttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32802/her-insanin-kalbinde-allaha-karsiWed, 20 Oct 2010 12:03:24 +0300
En zor görünen durumlarda bile insanın, ''Ben bunun altından nasıl kalkarım?'' diye telaşlanması yersizdir. İnsanın yapacağı, yalnızca 'çok samimi olmak'tır. Herşeyi yaratacak olan ise yalnızca Allah'tır... İnsan çok kalabalık; çok fazla detaydan oluşan, birbiriyle bağlantılı çok fazla olayın ve insanın içiçe olduğu bir dünyada yaşar. İnsanın çevresinde, gece gündüz bitmeyen bir hareket, eksilmeyen bir ses bütünü ve yaşanan olaylar zinciri vardır. İşte insanı en çok aldatan şeylerden biri de, bu kalabalık dünyada karşılaştığı detayların çokluğu ve gerçekliğidir.

Dünya hayatında meydana gelen her gelişme büyük bir süratle seyretmekte; insan bu hız ve hareketlilik içerisinde, kimi zaman yaşadığı hayata gaflet dolu bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır. Gözlerinin önünde hızla akıp giden olayların ve detayların gerçekliği karşısında, tüm bunları ‘kendi güç ve iradesiyle’ idare edebileceği yanılgısına kapılmaktadır. Yaşadığı her olayı kendi müdahalesiyle çözüme kavuşturacağını, insanlara karşı olan sorumluluklarını kendi yetenekleriyle yerine getirebileceğine inanmaktadır.

Tüm bu hareketlilik içerisinde, yaşadığı ve yaşayacağı onlarca olayın içinden nasıl çıkacağını, herşeye nasıl yetişebileceğini, kendisini ilgilendiren pek çok olayı nasıl çözüme kavuşturacağını, kendisinden beklenenleri nasıl yerine getireceğini düşünerek telaşa kapılır. Hatta bazen, gözünde büyüyen tek bir olayı nasıl halledebileceğini düşünmenin dahi ağırlığı altında kalır. Bazen yapılan bir hatayı telafi edebilmek, bazen bir tavrı kökten değiştirebilmek, insanların taleplerine tam olması gerektiği gibi karşılık verebilmek gibi manevi sorumluluklar da insana olduğundan çok daha zor görünür. Ve işte bazen insan bunların her birini gerçekleştirebilme çabası içerisinde ciddi bir tedirginlik yaşar.

Oysa ki insanın önünde, aşılması dağlar kadar yüksek engeller bile olsa, yaşadığı tedirginlik, telaş ya da endişe tümüyle yersizdir. Çünkü insan, içerisinde yaşadığı tüm bu kalabalık ve hareketli dünyaya rağmen, aslında kendi ruhundaki manevi dünyasında tek başına bir yaşam sürmektedir. Ve tek sorumluluğu da, onu yaratan Allah'a karşıdır. Önünde dizilen onlarca olayı çözüme kavuşturacak, olayları düzene sokacak ve sonuçlandıracak olan ise yalnızca Allah'tır.

İnsanın, kendisi dahil, dünyadaki hiçbir insan ya da hiçbir şey üzerinde bir müdahale gücü yoktur. Allah'ın kendisi için yarattığı bu dünyada meydana gelen gelişmeleri, şuurunda olsa da olmasa da, aslında büyük bir acz içerisinde seyretmektedir. İşte insanın, yaşadığı yersiz telaştan kurtulmak için öncelikle yapması gereken, bu önemli gerçeğin bilincinde olmaktır.

Allah bir ayetinde, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Gerçekten Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İnsan Suresi, 30) buyurmuştur. Ve bu gerçek, insan için çok büyük bir konfordur.

İnsanın, bir başka insanın ruhuna, karakterine, inançlarına, düşüncelerine ya da kararlarına etki edebilme gücü yoktur. Ama Allah, tüm yarattıkları üzerinde sonsuz güç sahibidir. Eğer insan, bir konuda bir başkasına birşeyler anlatabilmeye, onu birşeylere inandırabilmeye ve ikna etmeye çalışıyorsa, elbetteki elindeki tüm akılcı imkanlarla bu konuda çaba harcayacaktır. Ama bu çaba, ancak onun samimiyetinin bir delili olacaktır. Yoksa karşı tarafta oluşan netice, ancak Allah'ın dilemesiyle yaratılır. İnsan bunu kendi çabasıyla asla elde edemez.

Örneğin hata yapan bir insan, ısrarla karşı tarafın kendisini affetmesini ister. Hatasını telafi etmek ve oluşan durumu düzeltebilmek için elinden geleni yapar. Ama asla, kendisini affedecek olanın karşısındaki insan olduğu gafletine kapılmamalıdır. İnsanların kalplerine etki edebilecek olan yalnızca Allah'tır. Allah bir ayette, “Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır.” (Saffat Suresi, 96) buyurmuştur. Bir insanın düşüncelerini değiştirebilecek, kalbinde oluşan rahatsızlığı giderebilecek, yapılan bir hatayı unutturabilecek ve durumu düzeltebilecek olan yalnızca Allah'tır.

İşte insanın bu önemli gerçeği bilmesi, onun üzerinden çok büyük bir yükü kaldırır. Ne kendisi bir şey yapabilmekte, ne de karşısındaki kişinin herhangi bir şeye gücü yetebilmektedir. Her iki taraf da acz içerisindedir. Dolayısıyla insanın böyle bir konuda da telaşa kapılması, tedirgin olması, “Oldu mu, olacak mı?”, “Ne zaman olacak?” ya da “Nasıl olacak?” gibi düşüncelerle meşgul olması tümüyle yersizdir. Yapılacak şey, Kuran ahlakına, akla, vicdana uygun olan herşeyi uygulamak ve Allah'a ‘tam teslim olmak’tır. Allah en güzelini yaratandır.

Aynı şekilde, bir yanlış anlaşılma oluştuğunda, insan doğruyu karşı tarafa anlatabilmek, onu, kendi dürüstlüğüne ikna edebilmek için elinden gelen herşeyi yapar. Ancak böyle bir durum da insanı asla telaşa kaptırmamalı, tedirgin etmemelidir. Allah'ın sonsuz adaletinin her olayda kesin olarak tecelli ettiğini bilmek insana yetmelidir. Allah Kuran ayetlerinde insanın hiçbir konuda asla haksızlığa uğramayacağını, küçücük bir iyiliğin bile mutlaka hakkıyla karşılık bulacağını şöyle bildirmiştir:

 

Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona (teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)

"Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır." (Lokman Suresi, 16)

 

İşte bu gerçekleri bilen insan ile bilmeyen insan arasında çok büyük farklılıklar vardır. Bir kişi karşısındaki insanı ikna edebilmek için tüm gücüyle manen ona yüklenirken, diğer kişi bir yandan elinden gelen çabayı gösterirken, diğer yandan asıl olarak tüm gücüyle Allah'a yönelir. O kişide oluşacak etkiyi yaratması için tüm samimiyetiyle Allah'a dua eder.

İnsanlarla olan ilişkilerde olduğu gibi, olaylar hakkındaki gelişmeler, bunlarda ortaya çıkan sorunlar, aksaklık gibi görünen durumlar da insanı kaygılandırmamalıdır. Tüm bunlar da, kainattaki herşey gibi, en küçük detayına kadar Allah'ın kontrolündedir. İnsanın, diğer insanlar üzerinde nasıl hiçbir gücü yoksa, olaylar üzerinde de herhangi bir müdahale imkanı yoktur. Dolayısıyla ne kadar çaba harcarsa harcasın, olaylara etki eden ya da sonucu oluşturan insanın kendisini değildir. Yapması gereken yine Allah'a ve Allah'ın sonsuz kudretine teslim olmaktır.

İşte insan, hayatını bu gerçeği bilmenin derin huzuru, tevekkülü ve konforu içerisinde yaşamalıdır. Allah Kuran'da, müminlere “vekil olarak Allah yeter” şeklinde buyurmuştur. Bir başka ayette ise Allah, müminlerin sözünün, “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” şeklinde olduğunu bildirmiştir:

 

Allah'a tevekkül et; vekil olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 3)

Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. (Al-i İmran Suresi, 173)

Allah, herşeyin yaratıcısıdır. O, herşey üzerinde vekildir. (Zümer Suresi, 62)
 

Ve Allah, Allah'a tevekkül ederek, Rabbimiz'in yardımı altına giren müminler için mutlak bir konfor, çıkış yolu ve başarı olduğunu müjdelemiştir:


Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi yenilgiye uğratacak yoktur ve eğer sizi 'yapayalnız ve yardımsız' bırakacak olursa, O’ndan sonra size yardım edecek kimdir? Öyleyse mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler. (Al-i İmran Suresi, 160)
 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32404/en-zor-gorunen-durumlarda-bilehttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32404/en-zor-gorunen-durumlarda-bileMon, 11 Oct 2010 13:05:14 +0300
Hatayı önce kendinde aramak, güzel bir ahlak özelliğidir... İnsanlar genellikle bir sorun yaşadıklarında, hatayı öncelikle kendilerinde değil de, karşı tarafta arama eğilimindedirler. Bu bakış açısıyla baktıklarında, gerçekten kendilerini haklı çıkaracak delilleri de bulurlar. Ve bu delillere dayanarak da, olayları ya da konuları tek taraflı olarak yalnızca kendi yönlerinden değerlendirirler.

Oysa çoğu zaman bir olayda, genellikle her iki tarafın da haklı olduğunu düşünebileceği delil bulmak zor değildir. Bazen bir kişi %100 haklı olur. Ama çoğu zaman da, %5’lik bir oranda dahi olsa, karşı tarafın da kendine göre haklı olduğunu düşünebileceği bir yön vardır. Ve bu %5’lik bir bölüm de, tamamen haklı olduğuna inanması için o kişiye yeter. Az da olsa elinde haklılığına ait bir delil olması, diğer tarafın %95’lik haklılık payını ve buna ait delilleri görememesine neden olur.

Bazen de iki farklı bakış açısıyla bakıldığında, bir olayın iki farklı görünümü olur. Sözgelimi bir olayı sağ taraftan gören bir insanın yakaladığı ve dikkatini çeken detaylar çok başka iken, soldan bakan bir kimsenin gözüne takılan gelişmeler çok farklı olur. Örneğin bir kişi, uzaktan baktığında bir başkasını bir yemeği yerken gördüğünü sanır. Oysa ki ortada bir göz yanılması vardır. Yakından başka bir açıdan bakıldığında, aslında bu kişinin sadece yemekten bir kaşık alıp kokusuna baktığı ve sonra yerine geri koyduğu görülür. İşte bazen insanlar bu tarz durumlarda da, karşı tarafın şahit olduklarının bilgisine sahip olmadıklarından, kendi bildiklerinde ısrarcı davranır ve hatta diğer tarafı doğru konuşmamakla dahi itham edebilirler.

Bazen de, bir insan gerçekten çok açık bir şekilde tamamen haklı olur. Ama buna rağmen karşı taraf, kimi zaman gurur ve büyüklenme, kimi zaman nefsini savunma arzusu ya da öfke gibi nedenlerle konunun aksini iddia edebilir.

İşte burada birkaç örnekle açıklanan tüm bu durumlarda güzel olan, insanın –herşeye rağmen-, -haklılığından %100 emin olduğunda bile- hatayı önce kendinde arayan bir üslup içerisinde olmasıdır. Bu, herşeyden önce Kuran ahlakının bir gereğidir. Tevazunun, olgunluğun, hoşgörünün, alttan almanın, yatıştırıcı olmanın ve nezaketin bir gereğidir. İnsan ne kadar haklı olursa olsun, düz bir anlatımla karşı tarafı direk suçlayan bir üslup kullanması doğru değildir. Allah müminlere, birbirlerine “sözün en güzelini söylemelerini” bildirmiştir. Dolayısıyla bu tür bir durumla karşılaşıldığında güzel olan, bir kişinin karşı tarafı direk mahcup eden, rencide eden ya da kızgın bir üslup kullanarak haklılık iddiasında bulunması değildir. Mümin mutlaka tevazuyla “Ben yanlış görmüş olabilirim”, “Bana öyle gelmiş olabilir”, “Ben unutmuş ya da yanılmış olabilirim”, “Yanlış hatırlıyor olabilirim”, “Ben düşünememiş olabilirim” gibi samimi üsluplarla, öncelikle ortadaki yanlışın sebebini kendisinde aramalıdır.

Gerçekten de insan acz içerisindedir. Çok rahatlıkla unutabilmekte, yanılabilmekte, yanlış hatırlayabilmekte; olayları, isimleri birbirine karıştırabilmektedir. Dolayısıyla böyle bir acz içerisindeyken, kendisinin kesinlikle hatasız olduğunu iddia etmesi, bu açıdan da zaten yerinde değildir.

Bunun yanı sıra, mümin ahlakında nezaket çok önemli bir yere sahiptir. Bir konuda doğruyu savunmak demek, karşı tarafı kırmak, rahatsız etmek, kargaşa ya da tartışma ortamı oluşturmak değildir. Mümin bir hatırlatma veya bir eleştiri yapacaksa ya da bir gerçeği dile getirecekse bile, mutlaka karşı tarafı en az tedirgin edecek, ortamı en az gerginleştirecek en sevgi dolu, en nezaketli, en iddialaşmayan, en mülayim üslubu tercih etmelidir.

Nitekim böyle bir ahlak gösterildiğinde; yani haklı olduğu hatayı üstlenen kişi, tevazulu, sevgi dolu bir üslupla yaklaştığında, hatalı olan kişi de, gördüğü bu güzel davranış karşısında mahçup olup aynı tevazuyla karşılık verir. Böyle bir ahlak, hatalı olan kişinin, hatasını çok daha kolay bir şekilde görüp kabul edebilmesine güzel bir zemin hazırlar. Dolayısıyla Müslüman, ahlakıyla güzel bir örnek sunarak, karşı tarafın da aynı ahlakı almasına vesile olur. Kızgınlıkla, haklılık iddiasıyla, tartışmayla karşı tarafa haksızlığını göstermektense, bu samimi ahlak Allah'ın dilemesiyle çok daha güzel bir sonuca vesile olur.

 

Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)

İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir. (Fussilet Suresi, 34)

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32369/hatayi-once-kendinde-aramak-guzelhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32369/hatayi-once-kendinde-aramak-guzelSun, 10 Oct 2010 15:48:42 +0300
En tehlikeli ve en sinsi hastalıklardan biri: Aklı beğenme hastalığı Her insan çocukluk yaşlarının hemen ardından belirli bir eğitim süreci içerisine girer. Kişiliği zaman içerisinde sürekli olarak gelişirken; bilgisi, becerisi, yetenekleri de belirli yönlerde şekillenmeye başlar. Belirli bir yaştan sonra insan artık ailesinin ya da çevresinin desteği olmadan, yavaş yavaş kendi başına da küçük ya da büyük birtakım başarılara imza atmaya başlar. Ve zamanla bu irili ufaklı başarılar, elde edilen güzel sonuçlar, bu kişi açısından güzel bir birikim meydana getirir. Eğer bu kimse, aklı ve vicdanı açık bir kimseyse, bu durumda ahlakını da sürekli olarak geliştirip güzelleştirebilir.

İşte bu noktada insan için yepyeni bir tehlike ortaya çıkar. Şeytan bu aşamada, bu kişiyi ele geçirmek için devreye girmeye hazırlanır. Çünkü şeytan, bu şartlardaki bir insana yaklaşabileceği bir yol bulmuştur kendince. Şeytanın insanda oluşturmak istediği ‘büyüklük’ hissi için gereken zemin oluşmuş, şeytanın hileli bir şekilde kullanabileceği pek çok delil çıkmıştır ortaya. Artık geriye kalan, bu kişiyi, her yaptığı şeyi ‘kendi aklı, becerisi ve gücü’ ile yaptığına ikna edip, bu ruh halini dışa yansıtan bozuk bir ahlak anlayışına sürükleyebilmesidir. Eğer şeytan bu insanı, elde ettiği tüm güzelliklerin, başardığı her iyi şeyin, aklettiği her olumlu detayın kendisinden kaynaklandığına inandırtabilirse, kendince üstlendiği görevi büyük ölçüde yerine getirebilecektir.

İşte vicdanı yeteri kadar açık olmayan bir insan, şeytanın bu gibi telkinleri sonucunda, kimi zaman kendisi bile farkında olmadan, içinde sinsice gelişip büyüyecek bir hastalığa yakalanır. Bu hastalığın adı ‘aklı beğenmek’tir.

İlk başlarda bu hastalığın tek farkında olan şeytandır. Ancak zamanla, hastalık yavaş yavaş dışarıya bazı alametler vermeye başlar. Çevresindeki insanlar bu kişide, yakalandığı hastalığın belirtilerini birer birer görmeye başlarlar. Çoğu zaman, ‘yalnızca kendi aklına güvenme, daima haklı olduğuna inanma, sadece kendi teşhislerini esas alma, herkese kendi dediklerini yaptırmaya çalışma, son sözü söylemenin takıntı haline gelmesi, başkalarının fikirlerine tabi olamama’ gibi belirtiler giderek bu kişilerde yoğunlaşmaya başlar. İşte artık hastalık ilerlemiş, kişinin tüm benliğini sarmış ve bedenini ele geçirmiştir.

Ancak hastalığın dışarıya bu kadar çok alamet vermesinin iyi bir yanı da, her ne kadar ilerlemiş de olsa, insanlar tarafından çok açık bir şekilde fark edilebilir hale gelmiş olmasıdır. Çünkü bu şekilde hastalığın teşhis edilebilme ve bunun sonucunda da tedavi edilebilme imkanı oluşur.

Fakat bu konuda unutulmaması gereken önemli bir bilgi daha vardır: Aklı beğenme hastalığının, yalnızca akıllı, yetenekli, becerikli, başarılı insanlarda görülebilen bir bozulma olduğu sanılmamalıdır. Dünyanın en medeniyetten en uzak yerinde, hiçbir kültüre, görgüye, bilgiye sahip olmayan bir insan da, hayatını sokaklarda bomboş yatarak, kendine zarar vererek, hiçbir konuda hiçbir emek vermeden yaşayan insanlar da bu hastalığa çok kolaylıkla yakalanabilmektedirler. Üstelik bu hastalığı çok derin ve köklü bir şekilde de yaşayabilmektedirler. Bu insanlar da, yazının başında anlatılan başarılı, yetenekli, hayatın her alanında yükselen bir insanda olduğu gibi, akıllarından, kültürlerinden, bilgi seviyelerinden, kararlarından, inançlarından, alışkanlıklarından çok emin olabilmekte; ve bu konuda kendilerinden başka hiçbir kimsenin sözüne itibar etmeyecek kadar kendilerine güvenebilmektedirler.

İşte bu tablo, bu hastalığın nasıl bir müsibet olduğunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından çok ibret verici ve düşündürücüdür.

Bu durum, şeytanın bir insanı gerçek konumunun tam zıttına dahi inandırtabilecek kadar sinsi bir oyun ve kandırmaca içerisinde olduğunu göstermektedir.

Ve bu durum aynı zamanda da, dünyanın en aciz insanında da, en kibirli insanında da nefsin etkisinin aynı olabildiğini; insanın, nefsinin kandırmacalarına uyması sonucunda ne kadar büyük bir gaflete kapılabileceğini ortaya koymaktadır.

Çözüm ise, elbetteki her konuda olduğu gibi yalnızca Kuran’dadır. Kuran insana, Allah'ın büyüklüğünü ve bu duruma karşılık insanın içerisinde bulunduğu aczi çok açık bir şekilde göstermektedir. Kuran ahlakını tam olarak yaşayan bir insan, Allah'ın izniyle asla aklını beğenip büyüklenme hastalığına yakalanmayacaktır. Bu konuda anlık bir gaflet yaşasa bile, hemen akabinde Allah'ın kudretini bilerek acizliğini ve muhtaçlığını hatırlayarak Rabbimiz'in gücüne teslim olacaktır.

Peygamberler bu konuda müminler için çok güzel birer örnektir. Peygamberler Allah’ın lütfetmesiyle dünyanın en güzel ahlaklı insanlarıdırlar. Ancak bu güzel özelliklerine rağmen, asla Rabbimiz'e karşı olan acizliklerini de unutmamış olan insanlardır. Bütün bu güzel ahlaklarına, üstün yönlerine, keskin akıllarına, elde ettikleri başarılara rağmen, peygamberler aynı zamanda da dünyanın en tevazulu, en teslimiyetli, en yumuşakbaşlı ve en mülayim insanlarıdır. Onların bu üstün ahlakı, akıl beğenme hastalığından sakınmak isteyen tüm Müslümanlar için çok güzel birer örnektir.

İnsanın aczini bilmesi, Allah'ın büyüklüğünü kavramasıyla mümkündür. Herşeyi ona veren, lütfeden yalnızca Allah'tır. O halde insan, sahip olduğunu zannettiği maddi manevi ne varsa, bunların hiçbirinin aslında kendisinden olmadığını unutmamalıdır. Herşey zaten Allah'ındır; Allah'a aittir. İnsanın ‘akıl’ dediği ve akledebildiğinde de çok beğendiği sonuçlar, yalnızca Allah'ın birer yaratmasıdır. Allah'ın sonsuz aklının insanda tecelli etmesidir. Öyleyse insanın yapması gereken aklını beğenmek değil, yalnızca aczini bilerek ve tevazuyla Allah'a olan şükrünü ve teslimiyetini göstermeye çalışmak olmalıdır.

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32191/en-tehlikeli-ve-en-sinsihttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32191/en-tehlikeli-ve-en-sinsiThu, 07 Oct 2010 12:20:11 +0300
'Gizli kirlere' ve 'zincirleme kirlenme'ye karşı alınması gereken temizlik önlemleri Kirliliğin insanlara getirebileceği zarar ve sıkıntıları bilen şuuru açık her insan için temizlik son derece önemli bir konudur. Ancak buna rağmen, tüm bu insanların da ‘kendilerine göre bir temizlik anlayışları’ vardır. Dolayısıyla da, en gelişmiş imkanlara sahip olsalar da, çok kısıtlı şartlar altında olsalar da, bu insanlar temizliği ancak kendi anlayışı çerçevesinde uygular.

Ancak insan hayatındaki her güzel şey gibi, temizlik de ancak akıl ile kavranabilen ve akıl ile uygulanabilen bir şeydir. Bir insan ancak aklı, vicdanı ve dikkati doğrultusunda neyin temiz neyin ise kirli olduğunu fark edebilir. Aynı şekilde bir insanın kirlilikten rahatsızlık duyup duymaması da yine aklına ve vicdanına bağlıdır.

Dolayısıyla, derin düşünmeyen, aklını, vicdanını kullanmayan, dikkati kapalı bir insanın temiz kabul ettiği bir şey, akıllı, vicdanlı ve dikkatli bir insan için aslında çok kirli ve rahatsız edici olabilir. Bu da insanların temizlik olarak bildikleri pek çok bilginin aslında yetersiz olabileceğini; ‘akıl vicdan kullanıldığında çok daha derin ve detaylı bir temizlik anlayışının elde edilebileceğini’ göstermektedir.

Ayrıca temizlik konusunda bilinmeyen pek çok temel bakış açısı da vardır. bunlardan biri, ‘bir gizli bir de açık kirlilik şeklinde, iki türlü kirlenme olması’dır. Örneğin yere bir çöp döküldüğünde bunun kirli olduğunu ve temizlenmesi gerektiğini elbette hemen herkes bilir. Ancak bazı kirler de vardır ki, görünüşte bunları belli edecek bir alamet yoktur. Ancak belki de bu temiz sanılan yerler, görünen bir kirden çok daha kirlidir. İşte akıllı, vicdanlı ve dikkatli bir insan bu görünmeyen kirlerin de şuurunda olan, bunlardan da rahatsızlık duyan ve bunlara karşı ciddi tedbirler alan insanlardır.

Temizlikte insanların ölçü kabul etmeleri gereken bu temel bakış açılarından bir diğeri ise ‘hijyen’dir. Örneğin bir evin sokak kapısı tozlu ya da çamurlu olmayabilir. Ve bakıldığında çok temiz, cilalı ve parlak görünebilir. Oysa ki her gün sokakta, birbirinden farklı temizlik anlayışlarına sahip olan binlerce insanın yaşadığı yerlerde vakit geçirdikten sonra ellenen sokak kapısı görünmeyen pek çok kir içermektedir. Sokak kirinin taşındığı böyle bir yere ellendikten sonra, bu kiri evin temiz yerlerine; koltuklara, perdelere, evin iç kapılarına taşımak son derece yanlıştır.

Bir de ‘detay temizlik’ olarak adlandırılabilinecek bir temizlik anlayışı daha vardır. Kimi insanlar detaydaki kirliliğe o kadar önem vermezler. Ancak detay ile kasıt, sadece kıyıda köşede kalmış bir yerin tozlarını da almayı unutmamak anlamında değildir. İnsanların düşünmedikleri takdirde akıllarına gelmeyebilecek bazı konularda daha ciddi önlemler almak gerekebileceğidir.

Kimi insanların temizlik konusunda yaygın olarak bilmedikleri konulardan biri de ‘zincirleme olarak oluşan kirlilik’tir. Bir insanın, kirli bir yere ellediğinde, bu kiri bir başka yere daha taşımadan ellerini hemen yıkaması esastır. Ancak çoğu zaman başlangıçtaki tek bir ihmal bu kirin, belki de bir evin on yirmi ayrı noktasına taşınmasına neden olur. Örneğin üzerindeki kıyafetlerle çok kirli bir yerden gelen ya da üzerine kirli su sıçrayan bir insan, üzerini değiştirmeden bir koltuğa oturduğunda ya da evin çeşitli yerlerine kıyafetlerini değdirdiğinde, bir anda zincirleme olarak pek çok yerin daha kirlenmesine sebep olmuş olur.

Dünyanın pek çok yerinde temizliği hiç önemsemeyen ve kirlilikten rahatsızlık duymayan pek çok insan da vardır elbette. Bu konuda adeta beyinlerini uyuşturmuş olan bu insanlar, ciddi bir zarara uğramadıkları tardirde, özellikle de görünmeyen kirlerin temizliği üzerinde hiç durmazlar. Aynı şekilde temiz olmaktan, temiz ortamlarda, temiz eşyalarla yaşamaktan da zevk almazlar. Kısacası hayatlarında ‘temizlik ya da kirlilik’ gibi bir fark ve temiz olabilme yönünde bir talep yoktur. Onlar için akıllarını yormaları gereken böyle bir konu sanki hiç yok gibidir. Önemli olan hayatlarını sürdürebilmeleridir; ancak bunu ne şartlarda sürdürdüklerini o kadar da önemsemezler. Fakat şaşırtıcı olan, bu durumun, ellerinde çok fazla imkan olan insanlar için de geçeril olmasıdır. Bazen dünyanın en zengin, en çok imkan sahibi bir insanı da, istediği anda elindeki imkanlarla çok temiz bir ortam ve çok temiz bir hayat standardı elde edebileceği halde, içinde böyle bir nimete karşı hiçbir istek duymamaktadır.

Bu durumun en önemli açıklamalarından biri ise elbetteki ‘temizliğin bir iman alameti olması’dır. Temizlik, Allah'ın iman edenlere bildirdiği bir emridir. Ancak Allah, müminleri ruhen de temizlikten, temiz nimetlerden, temiz ortamlardan ve temiz bir hayattan zevk alacak şekilde yaratmıştır. İnsanlardaki akıl, vicdan ve dikkat açıklığının da ancak imanla birlikte gelişmesi, Müslümanların bu konuda çok titiz bir anlayış kazanmalarına vesile olur.

İmana dayalı bu bakış açılarından dolayı müminler için temizlik bir vakit kaybı değil, bir ibadettir. Aynı zamanda da dünya hayatının çok güzel bir nimetidir. Allah'ın insanlara temizlenebilemeleri için su, sabun gibi imkanlar yaratmış olması; gelişen teknolojiyle birlikte, sürekli olarak temizliğin kalitesini daha da artıran çeşitli elektronik cihazların artması müminler için Allah'ın çok büyük bir rahmetidir.

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32114/gizli-kirlere-ve-zincirleme-kirlenmeyehttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32114/gizli-kirlere-ve-zincirleme-kirlenmeyeWed, 06 Oct 2010 13:55:02 +0300
İyi bir insan, herkes için bir nimettir. 'Nasıl olsa güzel ahlaklı; her halükarda zaten iyi davranır' diyerek böyle insanların iyi niyetlerini suistimal etmeye çalışmak Kuran ahlakına ve vicdana uygun değildir. Cahiliye toplumlarında iyi insanlara karşı çok yanlış ve acımasız bir bakış açısı hakimdir. İnsanlar, güzel ahlaklı olduklarını gördükleri kimselerin, kendilerine nasıl davranılırsa davranılsın, bu ahlaklarından ödün vermeyeceklerini hissettiklerinde, onların bu özelliklerini suistimal etmeye yönelik bir tavır içerisine girerler. “Nasıl olsa bu insandan bana zarar gelmez”, “Nasıl olsa o buna birşey demez”, “Nasıl olsa alttan alır”, “Nasıl olsa nazım geçer”, “Ben ne yaparsam yapayım, nasıl olsa bana kötülükle karşılık vermez”, “Nasıl olsa sabırlı, hoşgörülü, affedici bir tavır gösterir” ya da “Bir şey olursa nasıl olsa ben bu insanı çok kolay idare ederim, istediğimi yaptırmaya çok kolay ikna ederim” gibi bir bakış açısıyla, bu gibi insanların iyi niyetlerinden istifade etmeye çalışırlar.

Bir kısım insanların, çevrelerindeki kendilerine iyi davranan kimselere karşı ‘zalimane’ denebilecek bir tavır içerisine girmeleri, dünyanın dört bir yanında bilinen ve uygulanan çarpık bir bakış açısıdır. Karşı taraf ne kadar tevazulu, ne kadar iyi niyetli, affedici, hoşgörülü, sabırlı ve attan alan bir tavır gösterirse, bu kimseler de onların bu yönlerini o kadar iyi kullanan bir tavır içerisine girerler. Onların tüm iyi niyetlerine karşılık, kibirli, yüksekten bakan, büyüklenen ve karşı tarafı hor gören bir ahlak sergilerler.

Ancak şaşırtıcıdır ki yine aynı insanlar, yaşadıkları çarpık bakış açısının bir devamı olarak, kendilerine kötü davranan, kibirli, enaniyetli, ters, zalim, adaletsiz, öfkeli ve tutarsız bir kimseye karşı da son derece ezik, sessiz, teslimiyetli ve saygılı bir tavır gösterirler. Bu kişilere karşı en küçük bir kusur işlemekten şiddetle kaçınır, böyle bir durumun oluşmaması için ellerinden gelen tüm tedbirleri alırlar. Neredeyse bu kimselerin ‘bir dediklerini iki etmez’, güçleri yettiğince onların gözüne girmeye çalışır ve onlara karşı içten içe derin bir hayranlık duyarlar. Kendilerine model olarak aldıkları kimseler de, yine karşılarında saygıyla eğildikleri bu kibirli kimseler olur.

Dünyanın her yerinde, her yaştan, her kültürden insanlar arasında rastlanabilen bu durumun en belirgin örneklerinden birini ‘iş yerleri’nde görmek mümkündür. Eğer bir iş yerinde çalışan kişinin patronu iyi niyetli, mazlum, mütevazi, halim selim, güzel huylu bir insan ise, bu kişi mümkün olduğunca suistimal edilmeye çalışılır. Çünkü istediği bir şey yapılmadığında bile, nasıl olsa bu kişi mülayim davranacak, aşırı bir reaksiyon göstermeyecek, durumu idare edecek ve alttan alacaktır. İnsancıl bir tavır içerisinde olacak; hoşgörüyle, itidalli bir tavırla karşılık verecektir. İstediği bir iş baştan savma yapıldığında, nasıl olsa merhametli davranacak, karşı tarafı rencide etmeyecek, konunun oluruna bakacaktır. Kendisine saygı, hürmet gösterilmediğinde nasıl olsa sabırlı davranacak ve alçakgönüllükle görmezden gelecektir.

İşte tüm bunları bilen ve tecrübe eden bir insan, bu ahlaktaki bir kimseye karşı, kendince ‘güzel ahlak göstermeye’ ya da bu konuda ‘fazladan emek vermeye’ ‘gerek olmadığına’ karar verir. Çünkü nasıl olsa emek vermese de, gerek görmese de, herhangi bir kayba uğramayacak; karşı tarafın güzel ahlakı ve iyiliği herşeyi telafi etmeye ve dengelemeye yetecektir. Bu kişi de, o kimsenin bu güzel ahlakından tek taraflı istifade ederek kendince bu durumu kullanacaktır.

Ama eğer bunun tam tersine, iş sahibi alabildiğine kibirli, nobran, sinirli, mesafeli, bir anı bir anına uymayan, dediğim dedik tarzında bir insansa, ona karşı duyulan saygı da alabildiğine şiddetli olur. Böyle bir kimseye karşı, bilerek ya da bilmeyerek kusur işlemekten dikkatle sakınılır. Hem içte hem de dışta büyük bir hayranlık ve saygı duyulur. Bu kimse, orada çalışan herkes için çok büyük ve çok önemlidir. Böyle bir kişiyi değil suistimal etmeye çalışmak, aksine onu memnun edebilmek, gözüne girebilmek için bilinen ve akla gelen her yöntem uygulanır. Çünkü bu karakterdeki bir iş sahibine karşı bir hata yapılacak olunursa, hata yapan kişi büyük zararlara uğrayacaktır. Büyük olasılıkla hemen işinden atılacak ve bunun sonucunda da maddi açıdan sıkıntıya girecektir.

İşte söz konusu kişi, menfaatiyle çatışacak böyle bir duruma düşmek istemediği için kendince hızlı bir hesap yapar ve çıkarları gereği, iş yerini yöneten bu kimseye karşı saygılı, güzel ahlaklı, itaatli, yumuşakbaşlı, sevecen bir tavır sergileme kararı alır.

Çalışma hayatında sıklıkla rastlanan bu durum, hayatın her kesiminde aynı şekilde kendisini gösterir. Dostluklarda, aile ilişkilerinde, komşuluklarda, ortaklıklarda yine aynı kurallar sessizce uygulanır. İnsanlar bilinçaltlarında güçlü gördükleri insanlara saygı duyma yönünde adeta toplu bir karar almış gibidirler. Ancak güç sahibi olduğuna inandıkları aynı insanlar acze düştüklerinde de, onları da hemen diğer kategoriye tabi tututar ve bir anda o kişilere olan saygılarını ve hayranlıklarını da kaybederler. Ve eğer bu kişiler bir kez daha eski güçlerine kavuşacak olurlarsa, ne kadar riyakarca olduğuna hiç aldırış etmeden yeniden saygılı ve hürmetkar tavırlarına geri dönerler.

İnsanlar arasında yaygın olarak yaşanan bu bakış açısının baştan sona çarpık olduğu aslında elbetteki çok açıktır. İnsanlar, basit çıkar hesapları doğrultusunda iki türlü ahlak geliştirmişlerdir. Ve bu iki ahlaka ait olan kuralları, karşılarına çıkan herkese standart olarak uygulamaktadırlar. Kime iyi ve baş eğici davranacaklarını, kime ise kibirli ve vurdumduymaz bir tavır sergileyeceklerini ezberden bilmekte ve bunlara hemen hayata geçirmektedirler.

İşte bu çarpık anlayış, tümüyle söz konusu insanlardaki Allah inancının ve Allah korkusunun eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Bu tarz insanlar ahlaklarını sadece dünyaya yönelik çıkar hesaplarına dayalı olarak şekillendirmekte ve bunu da istedikleri anda ve istedikleri tarzda değiştirmektedirler.

Ancak şu da bir gerçektir ki, bu kişilere sorulacak olsa, onlar başkalarının kendilerine bu şekilde hesaplar doğrultusunda davranmalarını asla istemezler. Yanlarında her zaman için güvenilir, sadık, dürüst, doğru sözlü, iyi niyetli, içi dışı bir, çıkar peşinde koşmayan, güzel ahlaklı insanlar ararlar. Fakat konu kendileri olduğunda, sergiledikleri ahlakla ne kadar riyakar, ikiyüzlü, sinsi ve güvenilmez bir insan görünümünde olduklarını düşünmezler.

İman eden insanlarda ise bu tür bir ahlak anlayışına asla rastlanmaz. Mümin Allah için yaşar. Allah için sever, Allah için güzel ahlak gösterir. İnsanlara, çıkarlara, şartlara göre uyguladığı farklı ahlak anlayışları yoktur. Allah'ın Kuran'da bildirdiği mükemmel bir insan ahlakı vardır; işte mümin yalnızca bu ahlaka uyar. Karşısındaki insan güzel ahlak göstersin veya göstermesin, mümin, güzel ahlakı Allah için yaşadığından bundan asla taviz vermez. Birine iyi davranırken, bir başkasına kötü ahlak göstermez. Çıkarlarıyla ne kadar çatışırsa çatışsın, vicdanı asla böyle bir samimiyetsizlik yapmasına izin vermez.

Müminin ahlakındaki bu üstünlüğün anlaşılması çok önemlidir. Çünkü dünyanın dört bir yanındaki insanların çektikleri sıkıntılar, aslında büyük ölçüde kendi yaşadıkları çarpık ahlaktan kaynaklanmaktadır. Uyguladıkları çarpık kurallar ile çevrelerinde sürekli olarak kendileri gibi yeni yeni insanlar oluşturmakta ve bunun sonucunda da kendi anlayışlarının hakim olduğu kimselerden oluşan bir dünyada yaşamaktadırlar. Bir başkasına gösterdikleri kötü ahlakın karşılığını, onlar da aynı şekilde kendilerine gösterilen kötü ahlak ile almaktadırlar.

Allah, her konuda olduğu gibi, bu konuda da insanlara çözüm olarak ‘Kuran ahlakı’nı yaratmıştır. Kuran'a uyan bir insan, Allah'ın ayetlerde bildirdiği sırların yansımalarını hayatının her anında ve her alanında çok açık bir şekilde görür. İyilikten yana verilen hiçbir emek asla ‘gereksiz’ değildir. Herşeyin üstünde, bu bir insana nimetlerin en güzelini; Allah'ın rızasını kazandırır.

Bunun yanında, iyi olan, güzel ahlak gösteren bir insan, Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi, her zaman için mutlaka yine iyilikle, güzellikle ve hatta bunların çok daha fazlasıyla karşılık görecektir. Hepsinden önemlisi, Allah'ın rahmeti onun üzerinde olacak, hayatının her anında Rabbimiz'in koruması, şefkati ve sıcak takibi altında yaşayacaktır.

 

Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır.Onların yüzlerini ne bir karartı sarar, ne bir zillet, işte onlar cennetin halkıdırlar; orada süresiz kalacaklardır.(Yunus Suresi, 26)

(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)

De ki: "Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah'ın arz'ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir." (Zümer Suresi, 10)

... Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)

... Güzellikte bulunanlara müjde ver. (Hac Suresi, 37)
 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32051/iyi-bir-insan-herkes-icinhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32051/iyi-bir-insan-herkes-icinTue, 05 Oct 2010 13:04:06 +0300
İman etmeyenlerin güçlerinin yetmediği bir ahlak: Sevgide kararlı olmak... Dünyanın dört bir yanındaki insanlara sorsanız, her biri de kendince “sevgiyi ve sevmeyi çok iyi bildiklerini” ve “sevdikleri çok fazla insan olduğunu” söylerler. Oysa ki dünyada sevgiyi ve sevmeyi bilen insanların sayısı çok çok azdır.

İnsanların ‘sevgi’ zannettikleri bir duygu vardır elbette. Ancak geçen zaman, bunun sevgi olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koyar.

Gerçek sevgi, pek çok denemeden geçtiği halde, hiçbir şekilde zedelenmeyen; zamana, zorluklara, eksikliklere, yanlışlıklara karşı dayanabilen ve sürekli olarak artan duyguya verilen addır.

Eğer bir insanın ‘sevgi’ olarak nitelendirdiği hisleri, bu sayılan özelliklerden uzaksa, o zaman bu duygunun adı ancak ‘geçici bir heves’, ‘geçici bir beğeni’ ya da ‘geçici bir ilgi’ ya da ‘bir çıkar heyecanı’ olabilir.

Ve böyle bir duygunun ‘sevgi’ olmadığının belirtileri de çok açıktır. Bu duyguyu yaşayan bir insan “Çok seviyorum” der, ama en küçük bir şeyde kolaylıkla ‘küser’. “Çok seviyorum” der, ama ‘çok kısa zamanda bıkar’. “Çok seviyorum” der, ama nefsine ya da menfaatlerine daha uygun bir durum oluştuğunda hemen ‘vazgeçer’. “Çok seviyorum” der, ama karşısındaki kişinin ‘en ufak bir aczini gördüğünde hemen yüz çevirir’. “Çok seviyorum” der, ama ‘çıkarlarıyla çatıştığında bu kişiyi hiç düşünmeden harcar’. “Çok seviyorum” der, ama herhangi bir durum oluştuğunda hiç terüddütsüz ‘gözden çıkarır’. “Çok seviyorum” der, ama sevdiği kişiye ‘bir iftira atılsa, hemen buna inanır’. “Çok seviyorum” der, ama uzak kaldığında ‘çok çabuk unutur’. “Çok seviyorum” der, ama ‘geçen zaman bu kişinin sevgisini yıpratır’. “Çok seviyorum” der, ama ‘zor zamanında bu kişinin zorluklarına ortak olup ona destekçi çıkmak yerine, onu kendi sıkıntısıyla başbaşa bırakıp kendi hayatını yaşar’.

Cahiliye toplumlarında sözde ‘sevgi’ adı verilen duygunun, aslında gerçek sevgi olmadığı insanlar arasında da çok iyi bilinen bir gerçektir. Önceki satırlarda sayılan, insanların sevdiklerini iddia ettikleri kişileri nasıl kolaylıkla gözden çıkarabildiklerini anlatan özellikler, toplumda çok iyi bilinen, meşhur tavırlardır. Hatta bu davranışlar, bu anlayıştaki insanlar için adeta birer kural gibidir. Atasözleri, deyimler ya da günlük deyişlerle insanlar bu kuralları çok sık dile getirirler. İnternet sayfalarında ‘sevgi’ adına yazılan yazılarda, kitaplarda, insanlar sayfalar dolusu listelerle, toplumda yaygın olarak yaşanan ve ‘sevgi’ adı verilen bu duygunun aslında ‘gerçek sevgi’ olmadığını çok açık bir şekilde ifade etmektedirler.

 “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur” ya da “Sev beni, seveyim seni” gibi sözler, insanların sevgiye olan bu çarpık bakış açılarını açıkça ortaya koymaktadır.

Bu gibi çarpık mantıklar ve çarpık uygulamalar gerçekten seven bir insanda asla oluşmaz. Gerçek sevginin en önemli göstergelerinden biri, bir kişinin sevgisinde olan kararlılığıdır. Hayatında olup biten hiçbir şey, çevresinde gelişen hiçbir olay, sevdiği insanın tavırlarında, duygularında ya da düşüncelerinde meydana gelen hiçbir değişiklik bu insanın sevgisine olumsuz bir etki yapamaz. Gerçek sevgi, herşeye karşı dirençlidir. Öyle ki olumsuzluklar dahi, bu kişinin sevgisini güçlendiren, artıran, coşturan, derinleştiren unsurlardır. ‘Küsme, darılma, kızma, kinlenme, bıkma, vazgeçme, harcama, gözden çıkarma, zorlukta, darlıkta sevdiğini yanlız bırakma, terketme ya da unutma’ gibi tavırların böyle bir sevgi anlayışında yeri yoktur.

Çünkü ‘gerçek sevgi’ Allah sevgisine dayalıdır. Ve bu sevgi anlayışı ancak imanın ve Kuran ahlakının yaşanması ile kazanılabilmektedir.Allah bir ayette iman edip salih amellerde bulunanlara Kendi Katından bir sevgi kılacağını şu şekilde bildirmiştir:

 

İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar için bir sevgi kılacaktır. (Meryem Suresi, 96)

 

Dolayısıyla gerçek sevgi, Allah'ın ancak iman eden kullarına nasip ve lütuf ettiği bir nimettir.

Sevgisi, Allah sevgisine ve imana dayalı olan bir insan, asla sevdiğine vefasızlık, sadakatsizlik göstermez. Ve onun bu sevgisi, soy, ırk gibi yakınlıklara ya da herhangi bir çıkara dayalı değildir. Paranın, makamın, kültürün ya da maddi değerlerin de hiçbir önemi yoktur. Bu nedenle de ne değişen şartlar, ne acizlikler, ne de çıkar beklentileri gibi dünyevi ölçüler, böyle bir sevgiyi asla zedeleyemez. Müminin Allah'a olan derin aşk, coşkulu sevgi ve yaşadığı güzel ahlak, beraberindeki insanlara karşı da sevgiyi sürekli olarak besleyen, geliştiren ve artıran bir zemin oluşturur.

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32014/iman-etmeyenlerin-guclerinin-yetmedigi-birhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/32014/iman-etmeyenlerin-guclerinin-yetmedigi-birMon, 04 Oct 2010 15:02:34 +0300
Kofluktan kaçınmak... Bazı insanlar vardır, pek çok yönden çok güzel özelliklere sahiptirler, ancak bu özelliklerine rağmen çevrelerindeki insanlar üzerinde yeterli bir beğeni oluşturamazlar. Hatta çoğu zaman kimsenin dikkatini dahi çekmez, sıradan bir insan görünümünde olurlar.

Oysa ki bir insan gerçekten üstün niteliklere ve gerçekten değerli bir ruha sahipse, bu özellikleri, çevresinde mutlaka fark edilir ve takdir toplar.

Dolayısıyla eğer ortada burada anlatıldığı gibi bir durum varsa, bunun olası sebeplerinden biri, diğer tüm güzel özelliklerinin yanı sıra, bu insanın temelde ‘kof’ bir kimse olmasıdır.

‘Kof’kelimesi, mecazi olarak ‘aklı ve ilmi olmayan; kafası, ruhu boş, değersiz, cahil, bilgisiz insanları’ ifade eder.

Ancak ‘cahil’, ‘bilgisiz’ ya da ‘boş’ derken ‘kof’ olarak nitelendirilen insanların, mutlaka tahsili olmayan, görgüsüz kimseler olması gerekmez. Bu kelimelerle kastedilen, söz konusu kişinin ‘ruhunda var olan boşluk’tur. Yoksa çok engin bir bilgi birikimi olan, kariyer sahibi ve yüksek eğitimli bir insan da aynı şekilde kof bir kimse olabilir.

Bu gibi insanlar, ruhlarını tam olarak eğitememiş, çeşitli inceliklerle, güzel özelliklerle ruhlarını süsleyip dolu hale getirememiş kimselerdir. Bu nedenle de üzerinde bir kofluk hakimdir. İnsanların dikkatini çekecek, beğenilerini toplayacak bir elektrik yoktur. Ancak daha da önemlisi, kofluğun meydana getirdiği sıradan ve itici görünümün önemini fark edememişlerdir. Bu yönde bir eksiklikleri olduğunun şuurunda olmadan, var olan maddi ya da fiziksel özellikleriyle insanlar arasında yer edinmeye çalışmaları ve insanların bunlardan çok daha önemli bir şeylerin peşinde olabileceklerini anlamamaları ise onları daha da itici hale getirir.

Bu gibi insanların güzel olan özellikleri bile, ruhlarındaki kofluğun etkisiyle silikleşir. Örneğin fiziksel açıdan dikkat çekici bir insanın, her ne olursa olsun bu yönleriyle beğeni toplaması beklenir. Ancak koflukta, bu kimse alelade bir insan görünümü alır. Üzerindeki insani heybetin eksikliği, onu sıradan, vasat bir insan görünümüne sokar.

Bunun yanı sıra bazı insanlar da vardır ki, çok fazla güzel vasfa sahip olmamalarına rağmen, sadece sahip olduklarıyla dahi insanlar üzerinde ciddi bir etki meydana getirirler. Bu, söz konusu insanların kişiliklerinden kaynaklanmaktadır. Akıllarını kullanarak, üzerlerinde hoş bir elektrik oluştururlar. Konuşmalarıyla, yorumlarıyla, tavırlarıyla, tepkileriyle kaliteli bir ruha sahip olduklarını ortaya koyarlar. İşte bu kimseler, ‘dolu insanlar’dır. Kimi zaman detaylı incelendiğinde, bu kimselerin aslında ne tahsilleri, ne kariyerleri, ne de bilgileri açısından çok üstün özelliklere sahip olmadıkları görülür. Ancak bu kimseler, insanı güzelleştirecek olanın, asıl olarak ruhta, yani kişiliklerinde olduğunu kavramış olan insanlardır. Dolayısıyla da, sahip olmadıklarından dolayı bir rahatsızlık duymak yerine, sahip oldukları en güzel yönlerini yani ruhlarını en iyi şekilde kullanan insanlardır. Nitekim ruhen zengin, kaliteli ve dolu bir insan, fiziksel açıdan çok daha sıradan bir görünüme sahip olsa bile, üzerinde müthiş bir insani heybet oluşur ve bu kişi bulunduğu yerdeki en dikkat çeken, en çok beğeni toplayan, en hayranlık uyandıran kişi konumuna gelir.

Kaliteli bir ruha sahip olan dolu bir insan, dünya hayatını en güzel ve en anlamlı şekilde yaşayabilen insandır aynı zamanda da. İnsan ruhundan, sevgiden, muhabbetten, dostluktan, sadakatten, dünya nimetlerinden en fazla zevki bu insanlar alır. Çünkü bu kimseler kendi ruhlarını iyi kullanabildikleri gibi, kendileri gibi dolu insanlarla da en güzel diyaloğu kurabilen, en derin bağlantıyı sağlayabilen insanlardır. Allah'ın yarattığı tüm varlıklardaki güzellikleri en iyi şekilde fark edebilen, insanların güzel özelliklerini en iyi takdir edebilen, ‘dolu insan’ olarak ifade edilen kimselerin bu yönlerini en iyi görebilenler de yine bu insanlardır.

Kof insan ise, tüm bunlardan neredeyse habersiz bir hayat sürer. Kendisiyle dolu bir insan arasındaki farkı göremez. Aralarındaki kıyası yapamaz ve karşısındaki kişinin değerini kavrayamaz.

İnsan ruhunu dolu hale getirecek, güzelleştirecek, zenginleştirecek ve kofluktan kurtaracak şey ise, ‘samimi iman, samimi Allah sevgisi ve Allah korkusu’dur. İnsan, imanındaki derinlik ölçüsünde kofluktan, yüzeysellikten, ruhundaki boşluktan kurtulur. Kofluktan kurtulan, ruhu zenginleşen insan ise, aldığı derinlik ile birlikte tüm hal ve tavırlarında, konuşmalarında büyük bir değişim yaşar. Ruhundaki zenginlik sözlerine ve tavırlarına yüzlerce güzel süs katar. Ve bu ruh zenginliği de kişinin ahlakına, kişiliğine, hayatının her anına yansır.

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/31937/kofluktan-kacinmakhttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/31937/kofluktan-kacinmakSun, 03 Oct 2010 16:04:53 +0300
Olayları, tavırları, konuşmaları derinlemesine araştırıp kurcalama alışkanlığı, bazen insana beklediği gibi huzur değil, rahatsızlık verebilir... İnsan gün boyunca hoşuna giden ya da gitmeyen pek çok olayla karşılaşır. Çoğu insan, bu yaşadıkları üzerinde gerektiği kadar durup hayatına devam eder. Ancak bazı insanlar da vardır ki, yaşanan olayları, yapılan konuşmaları kolay kolay zihinlerinden atamaz ve her biri üzerinde detaylı analizler yaparlar. Yaşadıkları olaylarda verilen bazı tepkileri, gösterilen tavırları, yapılan konuşmaları yeterli ve açıklayıcı bulmaz; sonrasında ilgili kişilerle bu konuları yeniden gündeme getirip iyice detaylandırmak ve netleştirmek isterler. Ve o andan sonra da, gün boyunca dikkatleri o konuya takılıp kalır. İnce ince yaşadıkları olayları düşünür, yapılan konuşmaları tek tek ve tekrar tekrar akıllarından geçirir ve kendilerince belirli çıkarımlar yaparlar. Aslında konu o gün, o saatte orada yaşanıp bitmiştir. Ancak bu kişilerin içleri bir türlü rahat etmez. “Öyle değil de, şöyle deseydim”, “O konuyu tam olarak açıklayamadım, biraz daha detay verebilseydim”, “O sözlerle ne demek istediğini daha iyi açıklamasını isteseydim”, “Yaptıklarının sebebini ve ne anlama geldiğini karşılıklı konuşsaydık” gibi ardı arkası gelmeyen kuruntularla yaşadıkları olaylar üzerinde derin tahliller yaparlar.

Söz konusu kişilerin bu bakış açılarının bir sebebi, karşılarındaki insanlarla aralarındaki konuları tüm detaylarıyla uzun uzun konuştukları takdirde, çok daha iyi sonuçlar alacaklarına inanmalarıdır. Bu nedenle de bir konuşmanın yarım kalmasından, tam olarak netleştirilmemesinden ya da yapılan bir tavrın haklı nedenlerinin, mazeretlerinin dile getirilmemiş olmasından ciddi şekilde rahatsızlık duyarlar.

Oysa bu pek çok açıdan yanlış bir yaklaşımdır. Elbetteki bazen insanların bazı konuların üzerinden yüzeysel olarak geçip gitmeleri, belirli açılardan sorun oluşturabilir. Örneğin bir kimse bir arkadaşından arabasını ödünç aldığında ve arabayı çarpmış olarak geri getirdiğinde, mutlaka bunun açıklamasını yapmak durumundadır. Aksi nezakete, dostluğa, samimiyete, dürüstlüğe yakışmayacak bir tavırdır.

Ancak gün içinde insanların yaşadıkları bazı şeyler de vardır ki, bu örneğin tam tersine, ne kadar az detaya inilir, ne kadar yüzeysel şekilde halledilirse, her iki taraf için de o kadar daha az rahatsız edici olur. Örneğin bir insanın ağzından istemeden, düşünmeden yanlış bir söz çıktığında, eğer karşı taraf bu kişinin samimiyetinden, iyi niyetinden eminse, güzel olan konuyu uzatmadan hemen kapatmaktır. Karşı tarafın kusurunu irdelemek yerine, hemen üzerini örtüp görmezden gelmektir. Aksi karşı tarafı mahcup edecek, sıkıntıya sokacak ve zor durumda bırakacaktır. Konuyu açıklayıp düzeltebilmek için gireceği her detay, yapacağı her açıklama, konuyu daha da içinden çıkılmaz ve rahatsız edici şekle sokacaktır.

Güzel ahlakın gereği olayların üzerine gitmemek, büyütmemek, olduğu kadarıyla bırakmaktır. Nedenlerini, niçinlerini öğrenebilmek için insanları sorgulamak, duygularını düşüncelerini anlayabilmek için derin analizler yapmak, söylenmeyecek şeylerin söylenmesi için ısrarcı olmak, zannedildiği gibi her zaman için insanlara fayda getirecek bilgiler olmayabilir. Bazen güzel bir tavrı sorgulamak, o güzelliğin doğallığını, samimiyetini, içtenliğini ortadan kaldırabilir. Güzel bir mimik, güzel bir tavır, güzel bir söz o anda yaşanıldığı şekliyle güzel olabilir. Geriye dönüp bunların sebeplerini araştırmak, içten gelerek mi yapıldı yoksa özel olarak tasarlanmış mıydı diye analizini istemek, insanları samimiyetten uzaklaştırıp standart kalıplara sokacak ve rahatsızlık verecektir. Aynı şekilde olumsuz tavırlarda ya da yakışıksız sözlerde de, geri dönüp o  insanlarla bunlar üzerinde uzun uzun konuşmaya çalışmak, oluşan rahatsızlığı daha da artırabilecek bir yaklaşımdır. Herhangi bir çözüm ya da düzeltme amacı olmaksızın kötü tavırlara daha da dikkat çekmek, yanlış sözleri tekrar tekrar dile getirmek, bunların altında yatan nedenleri insanların yüzlerine vurmak, karşılıklı olarak kişileri yıpratacaktır.

İnsanın hedefi sürekli olarak güzel söz söylemek ve güzel tavırlar göstermek olmalıdır. Eğer bunlarda kusurlar oluşuyorsa, bu durumda da, kişi bunlar üzerinde oyalanıp vakit kaybetmeden, bir sonraki adımı en güzeliyle atmaya bakmalıdır. Bu tür bir yaklaşım, insanları boş sözlerden, gereksiz rahatsızlıklardan, huzursuzluklardan, tartışmalardan uzaklaştırır. Sürekli olarak iyi davranışlarda bulunmak, güzel sözler söylemek, Allah'ın izniyle zaten kötü olanları örtüp kapatacaktır.
 

... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)

 

]]>
http://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/31786/olaylari-tavirlari-konusmalari-derinlemesine-arastiriphttp://yaratilisatlasi.com/tr/Guzel-Konular/31786/olaylari-tavirlari-konusmalari-derinlemesine-arastiripWed, 29 Sep 2010 15:03:18 +0300