Savaşları haklılaştırmaya çalışmak barış getirmez

İnsanlık tarihi savaşlar nedeniyle yaşanan büyük yıkımlar ile dolu. I. Dünya Savaşı'nda ölen 9,5 milyon kişinin %95'i asker, %5'i sivildi. II. Dünya Savaşı'nda ise ölen insan sayısı tam 65 milyondu. Üstelik ölenlerin %33'ü asker iken %67'si sivillerden oluşuyordu. II. Dünya Savaşı’nda savaş araç gereci ve silah için yapılan harcamaların en az 1,154 trilyon ABD doları düzeyinde olduğu tahmin ediliyor. Bu silahların yol açtığı yıkımın bedeli ise bu rakamdan çok daha büyük. 

Savaşların yıkıcı etkisini en aza indirmek isteyen bir grup siyasetçi, düşünür akademisyen ve diplomat savaş ilkeleri ve savaş hukuku konusunda yoğun bir çalışma yürütmüştür. Sonuçta savaşın amacının barış ve adaleti sağlamak olması gerektiği fikri ortaya çıkmıştır. Böylece amaç ve yürütülüş bakımından bazı kriterlere bağlanmış ve “haklı olduğu kabul edilen bir savaş anlayışı” oluştu. Bugün “Haklı Savaş” olarak isimlendirilen bu anlayış hem savaşa başvurmanın nedenlerini hem de savaşın idaresini çeşitli ilkelere bağlamıştır. Bu ilkelerden bazıları şöyledir:

- Savaşın haklı bir nedeni olmalı; Savaşın amacı, maruz kalınan bir haksızlığı gidermek olmalıdır.

- Şiddet içermeyen tüm seçenekler denenmiş olmalı ve savaş son seçenek olarak görülmelidir. 

- Bir saldırıya karşı yürütülecek savaş orantılı olmalıdır. Örneğin bir sınır ihlalinin karşılığı topyekûn işgal olmamalıdır.

- Savaşta, savaşanlar ve savaşmayanlar ayrımı kesin olarak ayrılmalı sivil kayıpları önlenmelidir.

- Savaşta insaniyet kaybedilmemelidir, yani esirlere şiddet uygulanmamalıdır. (Bu ilke günümüz Savaş hukukunun esasını oluşturmaktadır).

- Savaş, meşru bir otorite yani egemen bir devlet tarafından yürütülmelidir.

Bu ilkeler  tasdik görmesine rağmen yakın tarihe bakıldığında tam anlamıyla uygulandığını söylemek pek mümkün değil. Örneğin Nazi Almanya’sına karşı yürütülen savaş her ne kadar haklı gerekçelere dayanıyorduysa da, İngilizler hiçbir askerî önemi olmayan Dresden gibi Alman şehirlerine karşı ağır hava bombardımanı uygulamıştır. İngiliz ordusu Dresden’de gerekçesiz olarak 200 bin sivili öldürmüştür. Aynı şekilde Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ise 132 bin sivilin ölümüne sebep olmuştur.

Aradan geçen 50 yıla ve kuruluşundan itibaren savaşa yol açabilecek anlaşmazlıkları çözmeyi hedefleyen BM’nin varlığına rağmen savaşların getirdiği haksız ve büyük yıkımlar durdurulamamıştır. Bunda özellikle bazı ülkelerin haklı gerekçelerle savaşmaya mecbur kalmak yerine, savaşmak için gerekçe üretme çabası önemli yer tutmaktadır.

Sözgelimi 11 Eylül saldırılarından sonra El Kaide’yi cezalandırma amacıyla terörist sivil ayrımı yapmadan tüm Afganistan’a saldırmayı  makul görmek imkânsızdır. Öncelikle saldırı BM onayı ile gerçekleşmemiştir. Ekim 2001'den Amerikan askerlerinin Afganistan'dan ayrıldığı Nisan 2014'e kadar Afganistan'da yaklaşık 1 milyona yakın kişi hayatını kaybetmiştir. Ölenlerin büyük çoğunluğu sivildir. Müdahale Afganistan’ı daha da istikrarsız hale getirmiş, geride yıkılmış, talan edilmiş, milyonlarca insanı mülteci konumuna gelmiş bir ülke kalmıştır. Üstelik, hedef olarak ortaya konulan; “El Kaide’nin etkisiz hale getirilmesi” diye bir şey de söz konusu olmamıştır. Tam tersine El Kaide uzantısı çok sayıda gaddar ve zalim örgüt ortaya çıkmış, terör Afganistan’dan Libya’ya kadar çok geniş bir coğrafyaya yayılmıştır.

Benzer bir durum Irak’ta da yaşanmıştır. İşgalini öncesinde öne sürülen Irak’ta kimyasal silahların olduğu iddiasının gerçek olmadığı ortaya çıkmıştır. İşgal sonrası Irak’ta 2 milyondan fazla insan hayatını kaybetti. Her iki savaştan sonra gerek Ebu Gureyb Hapishanesi’nde gerekse Guantanamo’da tutulan kişilere savaş hukuku ile uyuşmayan ağır işkenceler uygulanmıştır. Bugün Irak’ta halen istikrar tam anlamıyla sağlanamamış, terör Suriye’ye de sıçrayarak sırf Suriye’de 700 binden fazla insanın hayatını kaybettiği bir savaşı tetiklemiştir.

Görüldüğü gibi, Ortadoğu’da peşi sıra gerçekleşen müdahaleler bölgeye barış ve istikrar getirmemiş bilakis bölgede radikal hareketlerin artarak güçlenmesine yol açmıştır. El Kaide’yi şiddet yüklü yöntemlerle yok etme girişimi sonunda IŞİD, Boko Haram ve El Nusra gibi yeni örgütleri doğurmuş ve bugüne kadar çözülemeyen bir şiddet sarmalına sebep olmuştur. Gelinen aşamada bazı Müslümanlar arasında Afganistan’da, Irak’ta, Libya’da, Yemen’de ya da Suriye’deki müdahaleler ile bir şiddet hareketinin değil İslam’ın yok edilmesinin hedeflendiği algısı oluşmuştur. Bu algı, bir dizi yeni savaşı tetikleme riskini de beraberinde getirmektedir.

Ortadoğu toplumlarının içinde radikal grupların oluşması ve bir kısım bahanelerle bu ülkelerde işgallerde bulunulmasının en temel sebebi, radikal zihniyetin güç aldığı hurafeci anlayışın bu coğrafyada yaygın şekilde görülmesidir. Kadının büyük ölçüde ikinci sınıf vatandaş olarak görüldüğü, milli bilincin tam olarak yerleşmediği ülkeler genellikle hep başka mihrakların hedefi olurlar. Bilimde ve sanatta geri kalmış, baskıcı yöntemlerle özgürlükleri kısıtlamış devletler, genellikle isyanlar, işgaller ve sömürüler için hedefte olurlar. Çünkü söz konusu mihraklar, bu ülkelerdeki halkı kışkırtılmaya daha müsait görürler. Gerçekten de bütün bu sebeplerden dolayı, hedeflerinde kirli bir başarı sağlarlar.

Peki bu risk nasıl ortadan kaldırılabilir? Öncelikle yapılması gereken, bağnaz İslam anlayışının savunduğu değerlerin Kuran ile uyuşmadığının İslam coğrafyasının tamamında anlatılması, kapsamlı ve hızlı bir eğitim politikasına gidilmesidir. İslam eğitimi veren kurumlarda, hurafelerden arındırılmış, dolayısıyla sadece Kuran'a dayalı bir eğitim olmalı; halkın geri kalan kesimine de Kuran'daki İslam'ın radikalizm ile hiçbir şekilde bağdaşmadığı izah edilmelidir. Bu, sadece radikalizm tehlikesini ortadan kaldırmakla kalmayacak, aynı zamanda İslam coğrafyasına –Kuran'da yani İslam'ın özünde anlatıldığı gibi- barışçıl, demokratik, laik, hürriyet yanlısı bir anlayışın yerleşmesini sağlayacaktır. Radikalizmin ve terörist grupların güçlenmesinin önüne geçmenin tek yolu budur.

Bunların sonrasında ise Ortadoğu'da ve Avrupa'da yaşayan Müslümanların sosyal ve ekonomik koşullarını iyileştirmeyi amaçlayan bir seferberlik başlatılmalıdır. Bu seferberliğe İslam'ın radikalizm anlamına gelmediği, dolayısıyla Müslümanın potansiyel terörist olarak değerlendirilmemesi gerektiği mesajı eşlik etmelidir. Avrupa'da devlet yetkililerinin Müslümanlara ikinci sınıf vatandaş gibi muamele etmesine engel olunmalı, Müslümanları zorlayıcı veya baskı altına alan yasal düzenlemeler kaldırılmalıdır.

Eğer bütün bunlar dikkate alınmaz ve bildik, sonuç vermeyen savaşları (sözde) haklılaştırma politikalarında ısrar edilirse, radikalizm daha güçlü beslenecek ve Ortadoğu'da daha şiddetli yeni savaşlar cereyan edecektir.

Adnan Oktar'ın Kashmir Reader'da (Hindistan) yayınlanan makalesi:

https://kashmirreader.com/2018/04/25/justifying-wars-never-brings-peace/

2018-04-26 00:38:48

Harun Yahya Etkiler | Basında Harun Yahya | Sunumlar | Ses kasetleri | İnteraktif CD'ler | Konferans setleri | Radyo programı / Piyesler | Broşürler| Site Hakkında | HarunYahya.net | Ana sayfanız yapın | Sık kullanılanlara ekle | RSS Servisi
Bu sitede yayınlanan tüm materyaller, Sayın Adnan Oktar’ı referans göstermek koşuluyla telif hakkı ödemeksizin kopyalanabilir ve çoğaltılabilir
© Sitemizde ve diğer tüm Harun Yahya eserlerinde yer alan Sayın Adnan Oktar’a ait şahsi fotoğrafların bütün yayın hakları Global Yayıncılık Ltd.Şti’ne aittir. Kısmen de olsa izinsiz kullanılamaz ve yayınlanamaz.
© 1994 Harun Yahya. www.harunyahya.org
page_top